Â
Atatürk Barış Ödülü bu yıl Azerbaycan Devlet Başkanı
Haydar Aliyev'e verildi.
Aliyev önceki gün Çankaya Köşkü'nde düzenlenen törende Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel'in elinden yalnızca ödülü sembolize eden plaketi almadı, içinde 1000 tane Cumhuriyet Altını bulunan 7 kilo 200 gram ağırlığında bir küçük torba da aldı.
Aliyev, "Acaba altınları depremzedelere bağışlar mı?" merakları arasında pek oralı görünmeden gözden kayboldu.
      Herşeyi anladık... Ödülün yanında neden 30 milyar lira tutarında Cumhuriyet Altını verildiğini anlamadık...
     Â
Atatürk'ün adına verilen bir ödülün
"manevi değeri" yeterli bulunmuyor mu?.. Bulunmuyor da o yüzden mi yanında 1000 Cumhuriyet Altını takdim ediliyor. Sanki altın olmasa, ödül yeterince değerli ve çekici bulunmayacak...
      Ya da ödüle layık görülenler, yanında altın verilmezse ödüle ilgi göstermeyecek.
     Â
Atatürk'ü hiç anlamadıklarını her yıl bu ödül için seçim yaparken gösterenler... Yanında 30 milyar liralık altın vererek ödülün değerini düşürdüklerini de farketmeyecektir elbet... Kimlerin eline kaldı
Atatürk?..
Yürü de görelim!
      Bilinen fıkradır... Şehre giden yolcu yol kenarına yatmış adama
"Hemşerim buradan şehre kaç dakikada gidilir?" diye sormuş. Adam da
"Hele bir yürü!" demiş. Yolcu soruyu tekrarlamış. Adam
"Hele bir yürü!" diye ısrar ettikten sonra demiş ki:
     Â
- Yürümeni bir göreyim de ona göre söyliyeyim ÅŸehre kaç dakikada varacağını!..     ÂFıkra seçim sonrasındaki
"MHP değişti mi, değişmedi mi?" tartışmalarını anımsayınca aklımıza geldi. O zaman herkes bir tahminde bulunuyordu. İşin içinden çıkılamıyordu. Hükümet kuruldu, 6 ay geçti, şimdi herkes daha iyi görüyor MHP'nin değişip değişmediğini.. Veya değiştiyse ne kadar değiştiğini... Demek ki, siyasetçiyi ve siyasi partileri değerlendirmek için önce
"Yürrrü" diyerek icraatını göreceksiniz... Sonra karar vereceksiniz...
Efkarlı doktor
      Doktor
Akın Yıldız günlüğündeki kısa öyküleri
"Efkarlı Doktor" adlı mütevazı kitabında toplamış... Mesela...
      Mecburi hizmet kurasını çeken genç doktor müdürün odasına yıldırım gibi dalmış:
     Â
- Ben Arabistan'a falan gitmem!.. diye postasını koymuş.
      Yaşlı başlı müdür genç doktorun elindeki kağıda bakmış. Birkaç telefon:
     Â
- Ä°ÅŸin oldu, demiÅŸ,
seni Kastamonu'nun bir ilçesine tayin ettirdim.
      Genç doktor yaptığı babalık için müdürün ellerine sarılıp öpmüş.
      Zaten kurada çektiği yer de "Cide" imiş.
      O "Cidde" okumuş...
      xxxx
      Erzurum'un köyünden şehre ilk kez inen delikanlı Aziziye - Palandöken futbol maçına gitmiş. Küfürlerden etkilenmiş. Akşam da boks maçına gitmiş. Gündüz duyduğu küfürlerden birini sallamış:
     Â- Ulan gavat ÅŸahsi oynama!...
Ölümün anlamı...
      Basınımız sapına kadar namuslu... Mütevazi.. Fedakar... Çalışkan bir üyesini daha kaybetti.
Oktay Kurtböke'yi dün son yolculuğuna uğurladık.
      Oktay Kurtböke öldü mü?
      İlhan Selçuk bu başlık altında dün yazdığı yazıyı şöyle bitiriyordu:
      " başlıklı yazısını şu sözlerle bitirmişti:
      "... öylesine hayat doluydu ki - öldü - demeye dilim varmıyor.
      Ölüm ne ki?..
      Çağımızda hayatımız biz doğmadan başlıyor biz öldükten sonraki zamana yayılıyor; bilincimiz bizden önceki yaşamdan kaynaklanıyor, bizden sonraki yaşamın öngörüsünü kapsıyor.
      Ömür, geçmişten geleceğe yönelen hayat bilincimiz içinde bir parantez..."
      ***
      Eğer hayatı adam gibi yaşamışsa kişi... Ölüm bir onur törenidir kısacası...
      ***
      Susurluk'un 3'üncü yıldönümündeki duruma bakılırsa kamyon çeteye değil halka çarpmış gibi görünüyor!..
      ***
Adalet ve Susurluk
      Susurluk'un üçüncü yıldönümündeyiz... Aradan geçen üç yılda... Susurluk'ta kamyonun altına giren Mersedes'ten sağ çıkan
Sedat Bucak'ın sorgulaması yapılıp... O Mersedes'in o gece nereye gittiği bile ortaya çıkartılamadı.
      Adalet Susurluk çetesinin karşısında çaresiz kaldı.
      Çünkü Susurluk Çetesi siyaset ve devlet içinde halktan daha örgütlü...
      Manisa'dan
Cevdet Baltacı gönderdiği notta diyor ki:
     Â
"Susurluk Çetesi yıllar önce Manisa'da duvarlara yazı yazmış..."       Ve ekliyor:
      Eğer ortaya böyle bir iddia atsaydık, Susurluk olayı çoktan çözülürdü.
      Espri güzel... Ama gerçekçi değil.
      Susurluk olayı ancak
"iktidara ve devlete halkın temsilcileri hakim olduğu zaman" çözülür. Bugünkü yapı içinde çözülmez.
      ***
      Cumhurbaşkanı'nın doğum yıldönümü Cumhuriyet'in yıldönümüden daha görkemli kutlandı.
      Düşünün Cumhuriyet'i getirdiğimiz yeri...
      ***
Ayaküstü idare...
     Â
Mustafa Görkem Göker, bizim de yanıtını merak ettiğimiz bir soruyla girmiş mektubuna.. Okuyalım:
      - Sayın
Aşık, sizce dünyanın herhangi başka bir ülkesinde bir başbakan, Sayın
Ecevit gibi, her gün düzenli olarak başbakanlık merdivenlerine konulan bir mikrofon önünde memleket sorunları hakkında konuşuyor mudur? Bunun başka bir örneğinin bulunduğuna inanmıyorum. Hangi Başbakan bulunduğu mevki itibarıyla karşılaşacağı binbir türlü soruya önceden hazırlanmadan irticalen cevap verme cesaretini gösterebilir ki? Onlarca danışmanı olan Sayın
Ecevit belli günler onlarla konuştuktan sonra hazırlanmış olarak basın toplantıları düzenlese daha iyi olmaz mı? Hem böylelikle kendisine yöneltilen sorulara koskoca bir başbakana yakışmayacak şekilde
"Bilmiyorum!", "Fikrim yok!", "Henüz haberim olmadı!" vb. cevaplar vererek aciz duruma düşmekten kurtulmaz mı?
      ***
      Okurumuzun görüşlerine katılıyoruz. Ancak belki de yanılıyoruz. Ayaküstü idare edilen bir ülkede memleket meselelerinin ayaküstü geçiştirilmesini de belki pek garipsememek lazım...
Yazara E-Posta: m.asik@milliyet.com.tr