Atatürk 1 Mart 1922’de BMM’nin üçüncü toplanma yılını açarken konuşuyor:
“Efendiler! Bugünkü uğraşmalarımızın gayesi istiklali tamdır... İstiklalimizin tamamiyeti ise ancak mali istiklal ile mümkündür. Bir de devletin maliyesi istiklalden mahrum olunca, o devletin bütün hayat kollarında istiklal mefluçtur.”
Ekonomik dışa bağımlıysa, hiçbir alanda bağımsız ülke gibi hareket edemezsiniz. Atatürk bunu söylüyor. Ne var ki ölümünden sonra bu ilkeler çok çabuk unutulmuştur...
***
Yıl 1957... Cumhurbaşkanı Celal Bayar konuşuyor:
“Memleketimizde Amerikalıların ilerleyişleri seyrini takibe çalışmaktayız. Öyle ümit ediyoruz ki 30 sene sonra mübarek memleket 50 milyon nüfusuyla bir küçük Amerika olacaktır.”
ABD’nin dostumuz olduğu... Ülkemizi kalkındırmak için cömert yardımlar yaptığı... Bakanlıklarımıza uzmanlar, okullarımıza süt ve peynir gönderdiği, bu dostluk sonucu ülkemizin Küçük Amerika olacağı en yüksek ağızlardan Türk halkına anlatılmıştır...
Zaman zaman soruluyor:
İsmet İnönü kimdi? Bayrağa saygı konusunda tavrı neydi?
İşte size bir İsmet İnönü ve bayrak hikâyesi...
Lozan günleri... Tarih 10 Mayıs 1923... Konferanstaki Rus delegesi Vorovski kaldığı otelde vurularak öldürülmüş, ortalık karışmıştır.
Vorovski’nin vurulmasından üç gün sonra İsmet İnönü’ye de bir suikast yapılacağı ihbarı alınmıştır. Almanya’daki Taşnak ve Hınçak merkezlerinden iki suikast timinin İsviçre’ye geçtiği duyulmuştur.
Bu ihbarlar üzerine İsviçre makamları koruma tedbirlerini artırmışlardır. Gerisini Bilal Şimşir’in “Bizim Diplomatlar” adlı kitabının 174’üncü sayfasından okuyalım:
“...Lozan Polis Müdürü Jaquiard, İsmet Paşa’ya geliyor ve:
“Paşa hazretleri, diyor, Ermeni çetelerinin size bir suikast yapacaklarını biz de haber aldık, görevimiz sizi korumaktır. Ancak sizden bir ricamız var; ilk önlem olarak konferans salonuna gidip gelirken otomobilinizden Türk bayrağının kaldırılmasını rica ediyoruz.”
Paşa bu öneriye şiddetle karşı çıkıyor ve:
Irak’ın Kufe kentinden Arap, devesiyle Şam’a gelir.
Şam sokaklarında dolaşırken biri ona yaklaşıp “O dişi deveyi bana ver” gibi tuhaf bir istekte bulunur.
Tartışma büyür ve Kufe’den gelen adam, “Bu deve benimdir, üstelik dişi değil erkektir” dese de bir türlü anlaşamazlar ve sorun Muaviye’ye yansır.
Halk meydanda toplanmıştır.
Muaviye, Kufe’den gelen yabancı ile onun devesine sahip çıkan Şamlıyı dinledikten sonra kararını açıklar:
- Bu dişi deve Şamlınındır!
Sonra meydanı dolduran kalabalığa dönüp sorar:
- Ey ahali, bu dişi deve kimindir?
Günümüzde işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının ne halde olduğunu burada tekrarlamaya gerek yok.
Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in tasarladığı “işçi” bu muydu? Bir örnek olarak, 1937’de açılan Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası’nı ele alalım. Fabrika bir okul, bir kültür kompleksiydi.
- Fabrikanın bir halkevi ve işçilerin sahneleyeceği oyunlar için bir sahnesi vardı.
- Fabrika işçiler için okuma yazma kursları, genç kızları meslek sahibi yapacak kurslar düzenliyordu.
- Fabrikanın ressamları vardı. Fabrika bünyesindeki desinatörler Nazilli ve çevresinin resimlerini yapıyor, sergiler açılıyordu.
- Fabrikanın spor kulübü vardı. Futbol sahası Türkiye’nin ilk alttan ısıtmalı sahasıydı
- Fabrika altı ayda bir halka ücretsiz basma dağıtırdı.
- Fabrikada 40 yataklı bir hastane, bir eczane ve bir laboratuvar kurulmuştu.
Aylık - yıllık enflasyon rakamlarını yakından takip eden ortalama vatandaş genelde Tüketici Fiyat Endeksi’ne (TÜFE) bakar. Üretici Fiyat Endeksi’nin (ÜFE) kendisini ilgilendirmediğini düşünür. Oysa ÜFE’ye de dikkatle bakmak gerekir.
ÜFE’deki artışlar üreticinin üretim maliyetini doğrudan etkileyen... Örneğin enerji, hammadde, vb. girdilerdeki artışlardır.
Son açıklamalara göre... TÜFE’deki artış yüzde 24.52, ÜFE’deki artış yüzde 46.15’tir.
Aradaki fark ne anlama geliyor? İktisatçı dostumuz anlatıyor:
“Bu fark, üreticinin üretim yaparken yaşadığı maliyet artışını çeşitli sebeplerden dolayı... Örneğin zam yaparsa malını hiç satamayacağını düşündüğünden ürettiği mal ve ürünlere hemen yansıtmadığı anlamına geliyor. Ancak bu durum uzun süremez. Üreticinin bu durumda iki seçeneği vardır; ya ürettiği mal ve ürünlere zam yapıp bunu tüketiciye yansıtacak ya da zararı daha fazla sineye çekmeyip üretimden çekilecektir.”
Sonuç... Ufukta daha kallavi enflasyon rakamları görünüyor...
ZABITA
Gazetelerde fotoğraflar görüyoruz.. Cumhurbaşkanı’nın çağrısı üzerine vatandaş pahalı ürünleri zabıtaya şikâyet ediyor, zabıta da çarşı pazara çıkıp kontrol yapıyor.
Almanya ile parasal ilişkilerin geleceği deyince bizim aklımıza hemen U 214 projesi geliyor. Nedir o derseniz...
Komşumuz Yunanistan Kardak krizinin ardından 1998 yılında Almanya’ya 4 adet U 214 tipi denizaltı sipariş etmişti. İlk denizaltı 2004 yılında tamamlandı. Fakat Yunanistan gemiyi teslim almadı. Çünkü tekne yüzeye çıkarken yan yatıyordu. Buna benzer defoları vardı. Konu uzun yıllar Atina ile Berlin arasında sürtüşmeye yol açtı. Sonunda, biraz da Almanya’nın tehditleri sonucu, Atina gemileri teslim almaya razı oldu.
Peşinden Türkiye de U 214’lere talip oldu ve 2011 yılında 6 adet U 214 alımı için Almanya ile anlaşma imzalandı. Thyssen Krupp’a ait HDW firmasınca üretilecek araçların her biri için 375 milyon euro ödenecekti. Toplam rakam 2.2 milyar euro’ydu. Ancak eskalasyon nedeniyle bu rakamın en az 3 milyar euro’ya yani yaklaşık 21 milyar liraya çıkacağı söyleniyor. Halen ilk gemi, Peri Reis Gölcük tezgâhlarında inşa halinde. 2020’de teslim edilecek. Daha sonra Almanya her yıl bir gemi teslim edecek. Bizdeki ekonomik sıkıntı bu projenin geleceğini etkiler mi? Sanırız bu soru hem bizim hem Almanya’nın uykularını kaçıracak kadar önemli...
Hukuk düzelir mi?
Almanya’nın iş dünyası
Ekonomide sıkıntılı bir dönemden geçiyoruz. Gazetelerde eskisiyle kıyaslanmayacak kadar çok şirket iflasları ve konkordatolar okuyoruz. Yanı sıra, fabrika yangınlarında adeta patlama yaşanıyor. Bu haberler okunduğunda genel olarak ilk planda düşünülen şey işverenin durumu. Onun kayıpları, onun uğradığı maddi zarar.
Peki, iflas eden patronların fabrikalarında çalışan işçiler ne oluyor?
DİSK eski Genel Başkanı, CHP İzmir Milletvekili Kani Beko’ya bunu soruyoruz. Diyor ki:
“İşçiler alacaklarını çoğu zaman ya hiç alamıyorlar ya da çok küçük bir bölümünü, o da uzun uğraşlar sonucunda alabiliyorlar. Çünkü yasaya göre bu tür durumlarda işçi alacakları beşinci sırada. Rehinli alacaklar, masa alacakları, kamu alacakları, imtiyazlı alacaklar, vb. ödendikten sonra geriye para kalırsa işçi alacağını alabiliyor. Aynı durum sadece iflas ve yangınlarda değil, konkordatoda da aynı. Biz sendikacılar olarak Başbakan, Çalışma Bakanı ve sendikacıların katıldığı üçlü toplantılarda bu haksızlığı defalarca dile getirdik. İşçi alacaklarının birinci sıraya çıkarılmasını istedik ama her defasında bir bahane bulunarak reddedildi.”
Yangınlarda, iflaslarda esas yananlar, esas iflas edenler işçiler...
Ama kimse
Türkiye’de demokrasinin hangi dürüstlük ve vicdan ölçüleri içinde işlediğine örnek mi istersiniz. İşte size HADO...
Hataylı turizmciler, meslek odaları, sivil toplum kuruluşları bölgenin kalkınması için kafa yordular. Sonunda Hatay-Mersin-Kıbrıs-Lübnan arasında deniz otobüsü çalıştırmanın faydalı olacağını tespit ettiler. Talepler üzerine Hatay Belediyesi harekete geçti, Yunanistan’dan 3 milyon 750 bin euro’ya 300 kişilik bir deniz otobüsü satın aldı. HADO adlı şirket kuruldu. Deniz otobüsü üç ay önce Hatay’a getirildi.
Ve üç aydır kıyıya bağlı duruyor.
Sebebini Hatay Deniz Otobüsleri işletmesi (HADO) Yönetim Kurulu üyesi Mehmet Bozkurt anlatıyor:
“Bu gemi için halktan yoğun bir talep vardı. O nedenle, Belediye Meclisi’nin sadece CHP’li üyeleri değil, diğer üyeleri de şirket kurulmasına evet dedi. Ancak karşımıza umulmadık biçimde liman problemi çıktı. Liman başkanlığı talebimizi reddetti. Ardından Limak’ın iskelesi için başvurduk. Oradan da ‘hayır’ yanıtını aldık. İskenderun-Arsuz arasında kullanılmayan bir balıkçı barınağı var. Orasını istedik, ona da Tarım Bakanlığı izin vermedi.”
Hatay’da kime sorsanız aynı şeyi söylüyor...
- İktidar CHP’li belediyenin başarılı görünmemesi için