Camden meydanında metrodan çıkınca sola dönün. Bir daha dönün. Karşınızda World’s End diye bir pub çıkar. Burası rock’ın merkez üssü Camden’ın kalbindeki en popüler rock pub’ı. İki girişinden daha genişçe olanının hemen bitişiğinde üzerinde “Underworld” yazan bir kapı var. “Yeraltı” demek ve hem müzik, hem kültür bakımından hem de konum olarak gerçekten de yerin altında olması bakımından isim süper isabetli. The World’s End’in yani Dünyanın Sonu’nun altı burası. Tarif çok şık.
Mekânın girişi normal pub gibi. Yeraltı pub’ı. Az ilerleyin, sağda bir bar, ardından devam edince büyükçe bir alan var. Biraz daha yüksek tavanlı bir yer. Bir başka bar, masalar sandalyeler ve bir iki basamakla inilen orta halli bir konser mekânı. Atmosfer olarak eski Mojo’ya (o da yerin altıydı hatırlarsanız), büyüklük olarak da eski Babylon’un, şimdiki Blind’ın alanına benziyor. Ama çok daha basık olanı. Underworld metal âleminin dünya çapındaki önemli bar turnesi duraklarından. Buraya her ülkeden metal ya da hardcore grupları geliyor ve çok özel bir dinleyici kitlesine hitap ediyor. Metalcilere.
Sevgili dostum Okan Özden kolumdan tutup götürmese gideceğim falan yoktu bu mekâna. Her ne kadar müzik dinlemeye ergenlikte metal ve rock ile başladımsa da sonradan dinleme alışkanlıklarım ilgi alanlarım çok değişti. Artık çok ender metal dinliyorum. Dinlediğimde de zaten eski şeyler oluyor bunlar. Odamın duvarında posteri asılı Dio mesela, çok sevdiğim Overkill, zamanında hastası olduğum Venom, Exodus, Testament, Sacrilege gibi gruplar. Elbette Metallica, Manowar falan da var. Temel ve evladiyelik şeyler. Güncel metal sahnesini takip etmiyorum. Ama işte eden arkadaşım var Allah’tan. “Dedi ki Gatecreeper iyidir. Gidelim.” “İyi” dedik “gidelim.”
Yalan yok, çok ama çok özlemişim. Bir defa ortam eski Beyoğlu gibi. “Nerde o eski Beyoğlu falan” diye söylenen benim kuşak, buyrun Camden’a alalım, Beyoğlu burada yaşıyor ve yaşatılıyor. Bir defa mekânın girişinden, kokusuna içerideki ses düzeyinden, gitar tonuna, davula her şey bana ait olduğum yerdeymişim gibi hissettirdi. Ayrı kaldığım baba ocağına dönüş düzeyinde hislerle hızlıca susuzluğumu giderip sahneye indim. Ancak Gatecreeper öyle sakin sakin seyredilecek grup değil. Seyirci aşırı azgın, beşinci dakika itibarıyla herkes eller üstünde. Solist “stir” diyerek parmağıyla çay karıştırır gibi karıştırdıkça ortam da karıştı. Crowd surf bir yana ortada girdap gibi dönülmekte. İşin ilginci seyircinin yüzde 50’si kız. Eski İstanbul’un metal konserlerinde böyle bir şey söz konusu değildi ve moshpit ortamlarında kızlar pek yoktu. Gördüğüm kadarıyla Camden’da Underworld’de cinsiyet eşitliği tam anlamıyla sağlanmış.
Üçüncü şarkıda kendimi arkalara attım. İçecek bir şey alıp cümbüşü uzaktan izledim. Biraz da sağı solu inceleme fırsatım oldu. Baba oğul gelen çoktu. Baba yüreği tabii her ne kadar siyah tişört, uzun saç, dövmelerle cool metalci baba imajında da olsan, kalabalıkta evladını arıyorsun. Neyse ki çocuk sağ salim geldi de karşılıklı air gitar çaldılar.
Genç kitle çoğunluktaydı. Londra’da pek çok yerde rock ve alternatif müzik konseri izledim. Gözlemim, orta yaş ve üstü seyircinin çoğunlukta olduğu yönündeydi. Metal konserinde tahmin ettiğimden çok daha genç bir kitle vardı.
Konserin en iyi yanlarından biri, kapıların 18.30’da açılması ve 22.00’de her şeyin bitmesi. Daha da iyisi, grupların sahne süresinin aşağı yukarı 45 dakika kadar olması. Hem seyirci hem grup bakımından ideal bir süre. Daha fazlasını ne kafa ne vücut kaldırır zaten. Enerji zirvedeyken bitti konser. Uzun zamandır hiçbir konserde bu kadar çok stres atmamıştım. İyi konser kişiye, ruha, olaylara göre değişir biliyorum. Ama metal konserlerinin enerjisi gerçekten bambaşka.