Gördüğüm kadarıyla, İngilizlerin turizmde yeni alanlar keşfetme çalışmalarında Arnavutluk var şu ara. Financial Times’ta tam sayfa Arnavutluk’taki yemeklerin ne kadar ilginç olduğu “post komünizm füzyon mutfağı” iç gıdıklayan ifadelerle veriliyor. İngiltere’de yaşayan 68 milyon kadar insan her yıl yurt dışında bir yerlere tatile gidiyor. Pandemiden dolayı bir yaz kimse bir yere gidemedi ve olay oldu. Sahillerde yer kalmadı, köhne oteller dolup taştı, Brexit yüzünden de Avrupalılar evlerine dönünce ne garson ne aşçı ne de temizlik elemanı yetti. Çok iyi hatırlıyorum, sohbet ettiğim bir polis Cronwall’da köhne bir odanın bir gecelik parasıyla biz Alanya’da her yıl ailecek 15 gün fulün fulü tatil yapıyorduk diye sızlanıyordu.
Durum o derece vahim yani. İngilizler yazın bir yerlere gitmezse büyük sıkıntı oluyor ve İngilizler yeni yerler keşfetmeyi seviyor. Sorun şu ki keşfedecek her yer keşfedildi, yeni yer kalmadı. Arnavutluk bu hafta imdada yetişmiş. Savaş biterse inşallah seneye de Ukrayna gözde olur diye
İnsan ülkesinden uzak olunca geleneklerini yaşatmaya daha bir hevesli oluyor.
Bu cümleyi okuyan da dünyanın en geleneksel ailesinde büyüdüm de eski bayramları falan özledim zanneder. Alakası yok.
Belki biraz var. Ama sandığınız gibi değil.
Sıradan, normal, herkes kadar gelenekçi, herkesten biraz daha az dindar, laik bir orta sınıf ailede büyüdüm ben. Ailem gelenekçi değil modern değerlere bağlı bir aileydi. Ama iki anneannem de namaz kılardı. Dedelerim camiye giderdi. Evlerine gittiğimde seccade, duvarda asılı Kuran standart hatırladıklarım arasında. Hayatımızın normal birer parçasıydı bütün bunlar. Din, benim çocukluğumda henüz tamamen dindarlara terk edilmiş bir alan değildi. Herkesin kendince yaşamasının normal karşılandığı bir kutsal değerdi.
Bayram yemeklerini hatırlıyorum. Kalabalık yemekler. Aile üyeleri bir araya gelir ama muhakkak birileri birileriyle küstür. Birileri birilerinden hazzetmiyordur. Birileri birilerinden alınmıştır. “Niye onlarda değil de şunlarda buluşuyor”lar havada uçar. Ama onlar önce gelmiş, filancalar geç kalmış,
1900 yılında açıldı. Dönemin en büyük konser ve performans salonuydu. Charlie Chaplin burada düzenli şovlara çıktı. Rolling Stones burada ilk konserlerini verdi. Clash burada çaldı. Madonna 1983’te ilk kez İngiltere’ye geldiğinde burada konser verdi. Prince’ten Amy Winehouse’a dev sanatçıların şovlarının adresi oldu. 70’lerde punk, 80’lerde electro-pop’tan heavy metal’e alternatif sahnenin çekim alanıydı. Iron Maiden da Coldplay de burada konser verdi. Koko’nun tarihi müzik tarihiyle paralel. Burada kimler ne zaman konser vermiş diye baktığınızda zaten önünüze 20. yüzyılın müzik tarihi çıkıyor.
İlk açıldığında Camden Theatre olan adı yıllar içinde yapılan yenileme, tadilat ve açılışlarla defalarca değişti. 70’lerde The Music Machine, 80’lerde Camden Palace adını aldı. Daha sonraki dönemde Koko olarak bilindi. Clubbing furyasını çok da iyi atlatamayan pek çok mekân gibi 2000’lerin ortasına gelindiğinde eski görkeminden uzak bir yerdi. 2004’te büyük
Adın çıkacağına canın çıksın diye bir laf vardır. Erdal Beşikçioğlu da bir defa Behzat Ç oldu artık başka bir yere koyamıyoruz kendisini. Shakespeare bile olsa işin içinde, Behzat o bizim için. İngilizlerin “gift and curse”, yani hem nimet hem lanet dediği şey. Beşikçioğlu’nun, Behzat Ç’den bu yana yer aldığım en iyi proje dediği “Hamlet” ile Shakespeare âlemine girişini zaten biliyoruz. Bu rap albümünde de bir Shakespeare tiradıyla katkıda bulunuyor. Tam olarak “Atinalı Timon” tiradı bu. Albümde hip hop’ımızın değerli isimleri var. Yeni ve eski isimler. Cash Flow’dan Ahiyan’a, Şanışer, Şehinşah, No. 1, Allame’den Motive’e benim sevdiğim birbirinden farklı tarzlara sahip isimler. Albüm haftanın en dikkat çekici rap olayıdır. 5 Haziran’da Açıkhava’da da konseri var. Artık gitmek lazım. Behzat reis sürpriz yapabilir. Kesin bilgi değil.
K-Pop dinlemeye Seul’e gidilir mi?
Gidilir. Nokta. Konu burada biterdi ama biraz açıklama lazım. Geçenlerde mail’lerimi karıştırırken
Bunları daha ziyade kızımın tartışmaya açtığı konu başlıkları olarak da okuyabilirsiniz.
Unikornlar gerçek mi?
Leyla tek boynuzlu atların gerçek olmadığını biliyor. Onları hayali varlıklar olarak nitelendiriyor. Ama yine de aklının bir köşesinde acaba gerçek olabilirler mi diye düşünmeden de edemiyor. Söylediğine göre, bize her söylenen şeye inanmamalıymışız. Arayıp kanıtlar bulmalıymışız. Dolayısıyla, biz de son dönem tek boynuzlu atların geçek olabileceğine dair kanıtlar aramaya başladık. Şu ana kadar metodik olarak doğruyuz ama elimizde sıfır bulgu var.
Dinozorlar nasıl yok oldu?
Leyla’ya göre, bu konuda iki teori var. Her defasında bunları yeniden anlatmak istiyor ben de merakla dinleyeceğimi belirtiyorum. Her defasında aynı heyecanla anlatıyor. İki teoriden en fazla bilineni göktaşı. Göktaşı düşmüş, gökyüzü bulutlarla kaplandığından iklim değişmiş. Dinozorlar sizlere ömür. Diğer teori Leyla’nın daha bir merakla ve heyecanla anlattığı yanardağ teorisi. Bu teoriye göre, dev bir yanardağ patladı ve gökyüzü bulutlarla kaplandı. İklim
En güzel hava, tişört üzeri mont giyip terlemeden dolaşabildiğin havadır derdi birisi. Kimdi hatırlamıyorum ama güzel laf. Londra’da bahar demek işte tam olarak bu. Üşümekle üşümemek arasındaki dar ve dik yamaçta gezinip durmak. Biraz daha soğuk olursa ya da azıcık rüzgâr eserse işler kötüye gidebilir ama korkup kalın giyinirsen de elinde kat kat montla dolaşırsın oflaya puflaya.
Baharın habercisi, mor salkımları, şehrin dört bir yanındaki beyaz ve mor manolyaları, tek tük erguvanı, erken çiçeklenen erikleri saymazsak, aynı zamanda erken şortlu sayısındaki artış. Umut Sarıkaya’nın “erken şortlu” diye tabir ettiği ve literatüre soktuğu daha hava tam ısınmadan havaya girip şort giyenlerden burada çeşit çeşit var.
Aslında erken şortluluk yıl boyu hep canlı. Kış kıyamette palto altı flip flopla dolaşan çok. Çorap gereksiz bir ayrıntı. Yaz kış gömlekle gezen kadar güneşte paltodan vazgeçmeyen de bol.
Londra’nın İstanbul’a göre en acayip yanı yılın dört mevsimi sıcak, soğuk, güneş,
Murda'nın yeni şarkısı bir Hollanda-Türkiye ortak yapımı. Yeni nesil drill'ci Uzi ile Murda ilk kez bir şarkıda bir araya geliyorlar. Onları buluşturan Hollandalı rapçi Bartofso. Parçanın girişinden itibaren uzun sayılabilecek bir süre Dutch rap dinliyoruz ardından Murda ve Uzi giriyor.
Murda'nın Hollanda vatandaşı olduğunu, orada büyüdüğünü ve oranın sokak kültüründen etkilendiğini biliyoruz. Bilmeyenler de zaten yazdığı sözlerden dolayı aldığı 4 yıllık cezadan sonra sağda solda yazılanlardan ve kendi ifadesinden öğrendiler. Murda bugün global anlamda çok dinlenen önemli bir isim. Bu cezası ülke sınırları dışında da haber olacaktır. Şarkı şu anda trendlerde hızla yükseliyor. Mahkûmiyet haberi, dinlenme oranlarını daha da artıracaktır diye tahmin ediyorum.
Şarkının zamanlaması enteresan oldu, elbette planlanmamıştı. Murda'nın Instagram'ını takip eden sıradan bir vatandaş bir süredir Uzi ile birlikte yaptıkları paylaşımları görmüş olmalı. Bir kez daha ifade özgürlüğü mü özendirme mi tartışmasına girildi. Bence bomboş bir tartışma.
Hafta sonu İngiltere’nin kıyı kasabalarını dolaşırken gözüme ilişti. Piyano-bisiklet.
İngiltere’de her şeyin bisikleti var. Bunu biliyordum ama piyano-bisiklete şaşırdım yine de.
Londra’da araba kullanmak giderek büyük bir eziyete ve mantıksızlığa dönüştü. Şehir merkezine girişte “congestion charge” adı verilen bir çevre vergisi ödeniyor ve bu verginin kapsamı her geçen gün genişliyor. Günlük 15 pound. Türk lirasıyla yaklaşık 300 lira eder ki bu hesabı yapmayıp, İngiltere gelir düzeyi ve alım gücü şartlarında bile düşünsek çok büyük para her gün ödemek için. Merkezde otursanız dahi eğer motorlu bir aracınız varsa ödemek zorunda olduğunuz bir ceza bu.
Bu vergiyi sadece benzinli araçlar ödemiyor. Hibrit araçlar da geçen yıl kapsam dışı kaldı. Durum böyle olunca ve ezelden beri Londra’daki trafik çok yoğun olduğundan arabayla şehir merkezine girmek cidden çok yanlış bir karar.
Ancak toplu ulaşım da tam çözüm değil. Daha doğrusu, elbette çok yaygın