Yüzyüzeyken Konuşuruz bu hafta eleştirel bir şarkıyla geliyor. Şarkının adı "Gençliğimi Geri Ver". Yüzyüze'nin biz bireysel dünyaları dile getiren hikâyelerini biliyoruz. Bu sefer farklı bir içerikle geldiler, farklı bir yerden baktılar. Şarkının bir diğer önemli özelliği ise sound'u.
Ekibin 2018 tarihli "Akustik Travma" adlı albümü indie sahnesinde bir dönüm noktasıdır. Bu albümle Yüzyüzeyken Konuşuruz, yola çıktığı tarzı değiştirdi. Akustik anlayış üzerine bina edilmiş müzikal dünyasında elektronik alt yapılara, keyboard'lara yer açtı ve çok başarılı oldu. Bunu takiben, grubun açtığı yoldan giden onlarca grubun yüzlerce şarkısını hemen sayabilirim ama bu başka bir yazı konusu.
Indie alemindeki soft electronica dalgayı başlatan, Kaan Boşnak'ın solo işleriyle de bu türün altını dolduran Yüzyüzeyken Konuşuruz ekibi acaba açtığı devri kapatıyor olabilir mi? "Gençliğimi Geri Ver" bir gitar şarkısı. Kısa süre önce yayınlanan ve çok popüler olan "Sen Varsın Diye" ve "Sana Son
St Ives’dan bildiriyorum bu pazar. İngiltere’nin en batı ucu da diyebiliriz buraya. Cornwall’un, İngiltere’nin en batı noktasında, Atlantik Okyanusu’na doğru bir hançer gibi sokulduğu nokta. Görebildiğim kadarıyla, Atlantik Okyanusu’nun pek de umurunda değil bu sokulma. Çünkü St Ives limanındaki mendirekte oturup açıklara doğru bakınca kapkaranlık bir gökyüzü altında köpüren bir denizin dalga dalga yaklaştığını gördüğünüzde, karada bile kaçacak delik arıyorsunuz.
Cornwall doğasıyla pek meşhur. Koyları, kaya havuzları, gelgit sahilleri, o sahillere dik inen yamaçları, kayalıktan adaları ve onların üzerindeki feneriyle film seti gibi bir yer. Burada çekilen filmler hangileri diye baktım. Karayip Korsanları Gizemli Denizlerde hemen gözüme ilişti. Ama çocuk filmi değil de bir yetişkin filminden bahsedecek olursak, 1936 yapımı, Alfred Hitchcock’un yönettiği “Jamaica Inn”dir bence buraların filmi. Cornwall’un uğursuz, unutulmuş bir noktasında, denize bakan dik bir yamaçta bulunan
Her büyük Avrupa şehrinde olduğu gibi Londra'nın da içinden kocaman bir nehir akıyor. Thames'in doğudan batıya doğru yılan gibi kıvrılarak ikiye böldüğü Londra'da su yollarını kullanmak eski bir gelenek.
Sömürgeler zamanında dünyanın dört bir yanından şehrin içine kadar girebilen kocaman direklerinden sallanan yelkenlerle clipper'ları, dumanlarıyla Viktorya Londra'sının isli puslu havasına bacalarından çıkan simsiyah dumanlar ve kurumlarla katkı sunan buharlıları, onların ittiği tepeleme dolu mavnaları hayal edebiliyor insan biraz nehir kıyısında yürüyünce. Bugün hâlâ mavnalar yük çekmeye, itmeye devam ediyor ve su yolları kullanılmakta.
Modern iş merkezlerinin, göğe yükselen gökdelenlerin, Parlamento Binası'nın, (eski) Battersea Enerji Santrali'nin, Tate Modern'ın ve London Eye'ın yani şehrin belli başlı turistik mekânlarının önünden ağır ağır geçiyor eski tip mavnalar. İşlerine güçlerine bakan yaşlı sırtları kambur hamallar gibi takılıyorlar nehrin çamurlu sularında.
Nehir olur da nehir turu olmaz mı? Elbette var.
Interpol’ün Londra’da kaydedilen ve 15 Temmuz’da yayınlanacak yeni albümü “The Other Side of Make-Believe”i solist Paul Banks ve gitarist Daniel Kessler ile birlikte dinledik.
2003’te Roskilde’de izlediğimde isimleri posterin en dibinde ufacık puntolarla yazılmış kimsenin bilmediği bir gruptu Interpol. Ama “Untitled”ın ilk notalarını duyduğum andan itibaren sahneden gelen elektriği fark etmemek imkânsızdı. Özel bir ana tanıklık ettiğimi anlamıştım. Bugün Waterloo rıhtımında aniden bastıran yağmurun altında hızlı adımlarla aynı grubun yedinci albümünün ön dinlemesine yetişmeye çalışıyorum. Grubun beyinlerinden Carlos Dengler grupta değil artık, ama Interpol yoluna devam etti. Pandemiden ve Trump Amerikası’ndan sağ çıkmayı başardı. Yeni albüm hazır ve işte o konserden 20 yıl sonra, az sonra karşımda olacaklar.
Royal Festival Hall’un hemen altında Spiritland diye bir diner var. Daha önce bir iki kez uğramışlığım var buraya ama ilk kez bir dinleti için gidiyorum. Girişte büyük bir bar ve iki yandan geçilen arka alanda loş
Sabah erkenden zift gibi simsiyah, üzeri altın köpüklü, dumanı dans eder gibi tüten bir kahve içmezsem kendime gelemiyorum. Bu bir filmden alınmış replik falan değil. Benim gerçeğim.
“Türk insanı çay içer” diye ezberden yazıp çiziyorlar. Sabah kahve içince Amerikan esintili falan oluyormuşuz. Kahve yabancıymış, çay bizdenmiş. Bunun gibi ezbere kalıplar. Çok Kafa dergisi okumaktan düşünmeyi unutmuş bir kitle var. Sesleri de çok gür çıkmakta çünkü karşılarında Behzat Ç. gibi “Saçma sapan konuşmayın be” diyen kimse yok.
Bu topraklarda 1920’lerden önce çay falan yoktur. Türk milleti kahve içer. Çay kadar gerçeğimizdir bu bizim.
Çay Cumhuriyet’le gelmiştir. Hoş gelmiştir. Başımızın üzerinde yeri vardır. Demli çay, ince belli bardak sohbetini kendi getirir. Bunları bilmiyor, anlamıyor, yaşamamış olabilir miyiz biz? Çay olmasa, günlük hayat olmazdı. O günlük hayat olmasaydı, Türk dizisi çekilemezdi. İçinde
Ara sıra soruyorum, “Neden Eurovision’a katılmıyoruz biz?” diye. Bir daha sorayım: Neden biz Eurovision’a katılmıyoruz? 2012’de en son Can Bonomo “Love Me Back” dedi, orada kaldık.
“Aman başka işin gücün mü yok” deniyor. Ben de diyorum ki bu güzel bir iş güç işte. Son 10 yılda, en son Eurovision performansından bu yana Türkiye’de müzik sahnesi çok genişledi, çeşitlendi, renklendi. Hip hop aldı başını gidiyor. Neredeyse altı, yedi alt türe bölündü. Her tür kendi içinde ayrı bir dünya. R&B ayrı bir kulvarda yepyeni yıldızlar çıkarmakta. Elektronik müzik ve rock’ın da giderek içinde eridiği indie sahnesi de bambaşka renklerle ve yeni sanatçılarla dünya çapında işler üretiyor. Her hafta işim gereği yakından takip ettiğimden net görebiliyorum değişimi. Popta da inanılmaz bir hareket var. Pop yenilik bakımından daha geriden geliyor ama yeni nesil çok güçlü gelecek. Bunun işaretleri her yerde.
Şimdi bu kadar değişim, hareket varken, neden Eurovision
‘Turkey değil Türkiye’ kampanyası yurt içinde büyük heyecan yaratmış durumda. Türkiye’de herkes anladı:
Turkey değil Türkiye denecek artık. Zaten de öyle diyorduk biz doğduğumuzdan beri aslında, bizim için sorun değil yani. İyi de yurt dışında bu anlaşıldı mı acaba? Ne de olsa kampanyanın hedefi yurt dışında İngilizce konuşulan yerler.
Yurt dışında yaşadığımdan elbette cennet vatanımıza hangi isimle hitap edildiğini en iyi görecek insanlardan biriyim. Tamamen nesnel bir bakış açısıyla söylüyorum:
Anlaşılmadı. Kimsenin haberi yok. Burada cennet vatanımıza herkes “Turkey” diyor. Türkiye denmiyor henüz, çünkü demesi çok zor onlar için.
Bir iki İngiliz arkadaşa denettim beceremediler. “Ü” sesi onlara ters geliyor. Törkiye, Terkiye gibi sesler çıkardılar. Hoşuma gitmedi. Dedim ki siz “moon” (ay) kelimesini telaffuz ederken mesela tam has bir İngilizceyle Amerikalılar gibi “muun” değil de “müün” diyorsunuz ya, işte oradaki ses. Anlamadılar çok.
İtalyan arkadaş Turkiya diyor.
Red Hot Chili Peppers’in yeni albümü bu hafta çıktı. “Unlimited Love” adlı albümün gruba bir girip bir çıkan, yıllar içinde farklı yollara sapsa da sonunda dönüp dolaşıp geri dönen John Frusciante’li bir albüm olduğunu biliyoruz. Albümden çıkan single’ları son aylarda dinledik. Bunlardan hareketle bunun “Californication”a benzeyen bir albüm olduğunu da anlamıştık. Albüm bizi yanılttı mı? Hayır. Red Hot Chili Peppers kariyerindeki en iyi en güçlü albümlerden biriyle 2022’de dimdik ayakta.
Albümün ilk şarkısı “Black Summer”ın ilk notasından itibaren bu bizim bildiğimiz sevdiğimiz Red Hot Chili Peppers. Şarkıları tek tek analiz edecek değilim, bu kadar yerim de yok zaten. Flea, Frusciante, Smith, Kiedis dörtlüsü kendilerinden beklenen her şeyi dört dörtlük yerine getiriyor. “It’s Only Natural” benim gizli favorim oldu. Ama 17 şarkı boyunca kafamda en ufak bir soru işareti olmadan dinledim bütün albümü.
Değişim, dönüşüm, değişime