Sanatçılar hayatlarının her anında tahmin ettiğinizden çok daha fazla tacize maruz kalırlar. Sözlü, yazılı, fiziksel, maddi, manevi, dolaylı ya da doğrudan tacizlerdir bunlar. Ve inanın gerçek hayatta hiçbirimiz bu kadar hedefte değiliz
Hayko konseri. Bir seyirci ön tarafa gelen ve önüne geçen diğer seyircileri itip kakmaya başlıyor. Sonra gruba ve müzisyenlere sataşıyor. Sahneye laf atıyor. Kısaca ortamın elektriğini, havasını mahvediyor.
Bu durumda yapılacak şey güvenliklerin gelip işini yapmasıdır. Bu zat olay çıkarmadan dışarı alınır. Sanatçı o ortamdaki en önemli kişi çünkü. O kadar insan para verip zaman harcayıp gelmiş, sanatçıyı rahatsız eden her şey, o gece orada olan herkes için sorun demektir. Konserde güvenlik kötü herhalde ki olay büyüyor, Hayko adama bir tane patlatıyor.
Sanatçılar tahmin ettiğinizden daha fazla tacize maruz kalırlar. Sözlü, yazılı, fiziksel, maddi, manevi, dolaylı ya da doğrudan tacizler bunlar. Ve inanın gerçek hayatta hiçbirimiz bu kadar göz önünde değiliz.
Diyeceksiniz ki “Şöhret olan bedelini öder” veya “Ortalıkta olmak hoşlarına gidiyor.” Herkesin değil. Bundan hoşlananlar, gündeme gelmek için başka şansı olmayanlar var. Onları hemen
Biz seyircilerin aslında hiçbir dünya çapında, stat canavarı, arena kralı, sahneye arabayla giren, kukla oynatan, kaçak kat çıkan, alev atan, su sıkan, köpük fışkırtan grubu görmeye ihtiyacımız falan yok. Neden mi?
Hepimiz statlar dolsun, on binler yüz binler halinde festivallere-konserlere akalım, gönüller coşsun, barış-kardeşlik tavan yapsın istiyoruz ya yıllardır.
İşte o yüzden seyircisinden yazarına müziksever tayfası olarak organizatörlere sürekli talepler iletiyoruz (“İsterük”çülere ben de dahilim, kimseye torpil yok).
“Onu getir, yetmez onu da getir”, “Bu adamı mı getirdiniz, başka isim mi kalmadı?”, “Birader o grubun konseri o saate konur mu?”, “Bu DJ’le bu grup aynı festivalde olur mu?”, “Bu adam neden o gruptan önce çıkıyor?” Seyircinin derdi say say bitmez. Bir de metalci kardeşlerim var. Onlara göre “her festival bir gün metali tadacaktır”. İyi güzel de üç tane enteresan isim çağıralım, dans edelim diye yola çıkana “Ama neden Children Of Bodom getirilmiyor?” denmez ki sevgili metalci. Metal dinleyicisini sevip sayarım, bilirler. Ama zorlar...
Ben bile; Pozitifçilere her gördüğüm yerde “Bir tane de klasik rock’çı getirin şu memlekete ey Elif Cemal, ey Uluğ
* Müslüm “Baba”nın albümü fazla şatafatlı, gösterişli. Hem giyim kuşam hem müzik açısından. Neredeyse her kelimenin arkasından yaylılar, piyanolar, gitarlar, bas gitarlar, geri vokaller fışkırıyor. Gösterişli ama zevksiz döşenmiş bir ev gibi olmuş Müslüm Gürses’in albümü. Ve gösterişli düzenleme bence arabeskin doğasına aykırı. Bir elektro saz yeter icabında.
* Ahmet “Baba”nın DVD’si son turnesinden görüntüler ve performanslar içeriyor. Daha sade, bir saz bir tişört. İnsana her açıdan daha samimi geliyor.
* Müslüm Baba’nın son yıllarda tabi tutulduğu, Murathan Mungan ile başlayan “müzikal açıdan soylulaştırma / saygınlaştırma” operasyonu burada dorukta. Ama Müslüm Gürses Johnny Cash ya da Pavarotti değil. Ne onlar gibi olmasına gerek var, ne de buna ihtiyacı. Müslüm Gürses’i bir kere de Müslüm Gürses gibi dinleyip izlesek dişimi kıracağım. Albüm kapağına bakın ne demek istediğimi anlarsınız.
* Ahmet Baba 10 yıl öncesinden sesleniyor, her şey daha ilkel ama önemli olan beste. Kimse piyanoya, yaylıya bakmıyor ki. Şarkıya bakıyor, söze bakıyor. Şarkı iyiyse, laf iyiyse fazla numaraya gerek yok.
* Müslüm Baba’nın albümündeki en iyi “arabesk” şarkı “Belalım”. Ve bu bir arabesk
Bir süredir tartışılıyordu. Michael Jackson’ın ölümünden sonra yayımlanacak “Michael” albümünün ilk single’ı olarak piyasaya verilen “Breaking News” isimli şarkı Michael Jackson’ın olmayabilir mi acaba?
Bu sorunun nedeni gerçekten de Michael Jackson’ın sesinin bu şarkıda çok fazla duyulmamasından ziyade şarkıda Jackson’ın (hani “South Park”ta da çok dalga geçilen) kendine has efektlerinin hepsinin kullanılmasıydı. Bu durum biraz şüpheliydi.
“Uuuhuuu”lar, “ahhaa”lar, “iihhiii”ler benim gibi Michael Jackson hayranları için çok bildik şeyler. “Don’t Stop Till You Get Enough”ta da vardır bunlar, “Billie Jean”de de... Ve bunları taklit etmek zordur. Ama ses numaraları bal gibi sample olabilir, daha önceki şarkı ve kayıtlardan yeni bir şarkıya eklenebilir.
Ayrıca pek çok hayran (ve sanatçının iki kardeşi) şarkıyı sıradan bulmuş, “Michael bunu yapmış olamaz” demeye başlamıştı.
Ama Michael bunu gerçekten yapmış. “Müziğin CSI’ları” diyebileceğimiz adli tıp uzmanları bu sesin Michael Jackson’ın olduğunu kanıtladılar.
İnsanların sesleri de parmak izleri gibi kendine has ve tel frekanslara sahip. Bu şekilde kesin olarak bu şarkıdaki sesin Michael Jackson’a ait olduğu kanıtlandı.
Sosyal ağlar için “çoluk çocuk işi, saçmalık, teşhircilik” deniyordu, şimdi siyasetçiler Twitter’da mesaj verir oldu. Ne âlâ. Bir de “online” oy verme konusunu halletseler de “tıkla seç” dönemi başlasa
Birkaç ay önce yıllardır görmediğim bir çocukluk arkadaşımla “N’aber nasılsın?” tadında ayak üstü lafladık. O zamanın gündemine göre “Sen nasıl Fazıl Say’ın karşısında olursun?” diye beni payladıktan sonra konu “yavşak” muhabbetinin çıktığı yer olan Facebook’a geldi. “Facebook’ta var mısın?” diye sordum. “Facebook, Twitter, bunlar saçmalık, çoluk çocuk işi, sen de mi oralara takılıyorsun?” diye
beni resmen kınadı.
CHP’den Gürsel Tekin’in ardından Kemal Kılıçdaroğlu’nun da Twitter’ı kullanmaya başladığını ve sürekli tweet’lediğini görünce aklıma hemen bu arkadaşım geldi. Kendisi şu anda, Kılıçdaroğlu’nun yeni CHP’sinde aktif bir görevde. Partinin yeni yüzleri arasında olmaya gayret ettiğini de görüyorum. Başkanına acaba bu fikirlerini söyledi mi?
Ya da acaba CHP’nin genç kuşak siyasetçileri sosyal ağlara böyle mi bakıyor hâlâ? Merak ediyorum.
Bir hafta Amsterdam’a gittim döndüm, herkes Twitter’da. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de gelmiş. Hoşgelmiş. Gelir gelmez
Bu şehir çok acayip, hatta birtakım noktalarda bize ters. Benim gibi ilk kez gidiyorsanız şu önerileri kesip koyun defterin arasına, lazım olur
Amsterdam ile ilgili ilk kural: Buraya kışın gelmeyin. İkinci kural: Buraya sonbaharda da gelmeyin. Bu iki kuralın ardından üçüncü kural: Amsterdam’a olabilecek en sıcak zamanda gelin. Çünkü burada her yer yürüme mesafesinde, her taraf park, kanal, kafe, bar, restoran. Unutmayın, burada hayatın tadı sokakta çıkıyor.
- Kime Amsterdam’a gideceğimi söylesem, yüzüne bir gülümseme oturuyor. Kafa hafifçe sağa kayıyor ve “İyi tatiller he he he” tarzında bir cümle geliyor ardından. Check-in’deki görevliden Amsterdam’daki pasaport müdürüne kadar herkes “He he he” modunda. Size de aynısı olacak. Şu anda dudaklarınızın iki yana doğru kıvrıldığını ve gülümsediğinizi görebiliyorum.
-İşte tam da bu yüzden Amsterdam hakkında bir seyahat yazısı yazmak çok ama çok zor. Burada bir “yasal marijuana” gerçeği var. Ve bunu ticareti ya da endüstrisi var. Her yanda buna dair imgeler objeler, kitaplar, resimler, dergiler var. Burada tedarik ve üretim suç. Ruhsatlı yerlerde tüketim için satış yasal. Amsterdam’da bu iş için coffeeshop’lar (ruhsatlı
Ünlü isimler, markalar, firmalar, kurumlar bir şekilde birilerine yardım edecekse sevinmemiz lazım değil mi? Peki ben neden rahatsızım?
Evet biliyorum. Her yeni çıkan sanatçı 300 tane bile satmayacak albümünün tüm gelirini bir hayır kurumuna bağışlayacağını açıkladığında baş tacı edip tebrik etmemiz lazım (Bir kere bile albümü yüzbinler satan birinin bu cümleyi kurduğunu duymadık o ayrı).
Evet biliyorum. Konserlerinin dolma ihtimali pek bulunmayan bir şarkıcı konser gelirinin “bir bölümünü” (ne kadarı bilinmiyor) muhtaçlara yardım eden bir derneğe bağışlayacağını açıklayınca bunu sürmanşetten müjdelememiz ve bu duygulandıran insanlığı yüceltmemiz lazım (Bir kere de stat dolduran birinin bu cümleyi kurduğunu görmedik o ayrı).
Evet biliyorum. Basın bülteni masrafı ve maliyeti, toplayacağı paraya denk olan etkinlikleri desteklemek, o sanatçıları bir araya getiren fedakar firmaların, mekanların ve isimlerin adlarını yazmayı, logolarını kullanmayı da unutmamak gerekiyor haberlerde.
Evet biliyorum. Basında büyük bir heyecanla duyurulan bu görkemli fedakarlıkların ardından “E iyi hoş da kaç lira para toplandı, ne zaman, nereye bağışlandı, neye yaradı bu hikaye?” diye sormamamız
İngiliz elektronik müzik ikilisi Underworld’ü “Trainspotting” filminin meşhur ettiği “Born Slippy” (1995) ile tanıyanlardan değilim. Şarkıyı biliyordum ama grubu dinlemiyordum çünkü rock’çıydım hesapta ve başka müziklere karşı önyargılıydım. Ben tersten gittim. Önce “Beacoup Fish” (1999) albümünü dinledim. Çok iyiydi. Konu rock ise, bu albüm basbayağı rock’tı. Üstelik bu albümde Darren Emerson vardı. Bu adam nasıl olup da “trance” denen ve elektronik müziğin hiç sevmediğim bir türünü yapan bir abi olarak bu kadar iyi olabiliyordu? Hele bu albümde “Moaner” diye bir şarkı vardı ki en baba metal şarkıyla yarışırdı.
Underworld benim için doksanların ikinci yarısını ve 2000’lerin başını kapsayan dönemde bayağı fon müziği olmuştur.
Geçen cumartesi çat kapı eve gelen ve hemen çantasından Underworld’ün son albümü “Barking”i çıkaran arkadaşım bu albümden bahsetmeye başlayınca önce bunları düşündüm.
Sonra eskiden sevdiğim bir ismin yeni çalışmalarına nasıl soğuk yaklaştığımı hatırladım. Sevdiğim isimlerin yaşlanmasına ne kadar kızdığımı, bazı grupların yeni şarkılarını sırf bu yüzden artık dinlemediğimi falan kafamda çevirip dururken bu arkadaşım pat diye koydu albümü ve