Karanlık tünelden çıkıp sisler bulvarına girilen günlerden geçiyoruz.
Kanlı bir darbe teşebbüsü diyerek de geçiştiremeyiz.
Osmanlı Devleti’nin tasfiyesinin ardından dış güçlerin gizli dolaplarında duran gizli eylem planındaki birinci öncelikleriydi; Türkiye’yi yedi parçaya bölmek ve sonra da yönetmek, sömürmek...
Bizleri bu coğrafyadan silmek için bir dünya savaşı yapılmış, ikincisi ise Osmanlı’nın mirası yüzünden çıkan kavgadır...
Başka bir gerekçesi yoktur.
İsyanımız, milletin bağrından çıkan ve ülkesini, bayrağını, toprağını, namusunu, şerefini düşmanlardan korumakla sorumlu bir askeri kurumun -diğer sivil kurumları da dahil ediyorum- içine bu kadar hainin ve düşmanın nasıl sızdığıdır.
Bugün sadece nasıl sızdıklarını öğreniyoruz.
“Halkın üzerine ateş açarak ilerleyeceksiniz” emrini bir general askerlerine veriyor.
Darbe teşebbüsü gecesinde yaşananlara dair videoları izlediğimizde, gelişmelerin perde arkasını okuduğumuzda insan söyleyecek söz bulamıyor!
Kendi halkına böylesine gaddarca davranma, yabancılaşma sürecine nasıl gelindiğini belki bir gün anlayacağız ama hiçbir gerekçe bizi bunu anlamaya zorlayamaz...
O emri videoda seyredince gözlerim doldu...
Bu ülkenin namuslu vatandaşları gece gündüz çalışıp da alın teriyle kazandığını, gönül rahatlığıyla ödediği vergilerle büyüyen Türkiye’yi gördükçe mutlu oluyordu.
Ve büyük ordusunun kendi ülkesini, bayrağını, namusunu ve şerefini koruduğuna, koruyacağına inanıyordu...
Lakin, herkesin yaşadığı büyük bir hayal kırıklığı.
Olağanüstü günlerden geçiyoruz.
Bu ülkenin bin yıllık geçmişine, on yedi devletin tarihine, ayrıntılarına dönüp bakmaya başlarsak, belki anlatması da bin yıl sürer...
“Okları kırıp dağlara çıkma” zamanının gelmediğine hâlâ inanmak istiyoruz.
Ne kadar tarihin sayfalarını geçmişe doğru çevirmeye başladıkça her biri birinden daha beter...
Ve öylesine vahşi cinayetler, kanlı savaşlar, suikastlar, darbeler, ihanetlerle karşılaşırız ki yazmak bile bin yıl sürer!
Tarih tekerrürdür, sözü galiba bu coğrafya için söylenmiş...
Ders almıyoruz.
Dertsiz bir gün geçmiyor...
Birini unutmadan diğeri geliyor.
Deniz kenarında oturmuş büyük bir dalga bekliyor gibiyiz.
Dedelerimiz, babalarımız Menderes’e, bizler ise Özal’a gözyaşı döküp dururken, çocuklarımıza da gözyaşını miras bırakmak istemeyen bir milletin inadına demokrasiye sahip çıkışının öyküsüdür bu...
15 Temmuz tarihi darbecilerin hesabıdır, Erdoğan’ın 15 dakikayla kurtuluşu da Allah’ın bir hesabıdır...
Ve darbenin püskürtülmesi de yüce milletin inancı ve ferasetidir.
Artık, layık olduğu şekilde yönetilmeyi isteyen ve seçtiklerinin arkasında bir dağ gibi duran bir millet var.
Üzgünüz...
Bu ülkenin namuslu ve şerefli insanları üzgün...
Yürekleri kan ağlıyor... Gördüklerimizin analize ihtiyacı yok, herkes bu ihaneti görüyor, ama daha büyük resim gözlerden kaçırılıyor ve bize göre bu oyunun içinde daha büyük bir oyun var... Büyük resimdeki büyük oyunu bozmak gerekiyor! Bu ihanet oyununu herkes lanetlemek zorunda, çünkü başka bir adı yok!
Ve başka bir karşılığı da...
TBMM askeri uçaklarla bombalanıyor.
Devletin en tepesine yani, Cumhurbaşkanlığı’na bombalar yağdırılıyor.
Helikopterlerdeki pilotlar düşman hedeflerini bombalıyormuş gibi halkın üzerine ateş ediyor... Bu namuslu milletin vergisiyle beslenen kartallar değilmiş, kargalarmış!
Bu ülke büyük bir uçurumun eşiğinden dönmüştür.
Dönüp geçmişteki hataları yazmanın artık bir faydası yok.
Lakin o hatalardan büyük dersler çıkarmamız gerekiyor...
Bu hain senaryo önce Ergenekon, Balyoz ve daha diğer kumpas operasyonlarıyla -güya darbecilerle hesaplaşma süreci oyunu oynayan paralel ekip- asıl darbeyi kendi yaptı...
Biz aylarca bunun büyük bir oyun olduğunu söyledikçe, yazdıkça askerin adamı ilan edildik...
Oysa, biz hangi meslekte ve görevde olursa olsun her zaman devlet, milletten yana ve şerefli olanların yanında yer aldık.
Ve paralel yapının haysiyetsiz ve şerefsiz subay kılıklı teröristlerin tüm uzantılarıyla tasfiyesi yapılmalı.
Anadolu’da bir söz var: “Millet delisine sahip çıkarken, biz akıllımıza sahip çıkamıyoruz!”
Ve hemen her gün yeni bir olayla güne uyanıyoruz...
Gazete başlıklarına bakıyoruz, TV haberlerini ise artık seyretmeye dahi dayanamıyoruz...
Bir yandan Ege Denizi’ndeki sularda boğulan mültecilerin dramı, diğer yandan her yaz geldiğinde plajlardaki ünlülerin bikinili resimleri ve keyifli saatleri...
Rutinleştirdik adeta...
Her şey daha fazla okunabilmek, seyredilebilmek uğruna...
Dengeyi sağlamak elbette gazete ve televizyonların işi değil, yalnız dünya nereye gidiyor, yeni bir dünya kuruluyor ve Türkiye nerede yerini alıyor sorularının karşılığını doğru dürüst kimse bilmiyor...
İngiliz anah-tarları” başlıklı pazar yazımızda Afganistan’da Rusya’yı dize getirme projesiyle başlayan savaş oyunu, sonrasında ise kendi haline bırakılan yapının kontrol dışına nasıl çıkıp Taliban, El Kaide ve DAEŞ terör örgütüne dönüştüğünü yazmıştık...
Vehhabiliğin coğrafyada nasıl yerleştiğini ve kuruyan ağaçların bahçesi haline getirildiğini de...
Enver Altaylı ile yaptığımız telefon görüşmemizde ise İslam coğrafyasında kültür mantarı gibi adeta yetiştirilen böylesine vahşi eylemleriyle bilinen terör örgütlerinin bugün ne yapmak istediğini, Türkiye’ye de sıçrayan bu durumdan kurtulmanın yolunun ne olduğunu konuştuk...
Güvenlik konularında ABD’nin savaş stratejilerine yön veren siyaset bilimci ve devlet adamı Brzezinski’nin, Usame Bin Ladin’in kasıp kavurduğu ve kontrolden çıktığı günlerde söylediği “Laboratuvarda bir mikrop ürettik ama mikrop laboratuvardan kaçtı, zaman zaman böyle kaçaklar oluyor işte!” sözlerini hatırlatarak başlayan Enver Altaylı kontrolsüz bırakılan bu yapıların üzerinde başka güçlerin etkili olduğunu, özellikle de Vehhabi akımının büyük rol oynadığını belirtti...
***
Doğruların anlatılmadığı yerlere yalanlar hakim olur misali dönüp dolaşıyoruz yine eğitim