Ankara’dayız...
Yani, her sabah yeni bir dünyanın kurulduğu, birilerinin kazandığı, birilerinin kaybettiği, birilerinin gelip, birilerinin gittiği, birilerinin ağladığı, birilerinin güldüğü, birilerinin aklandığı, birilerinin karalandığı, birilerinin aşağıya çekildiği, birilerinin yükseldiği, birilerinin umutla geldiği, umutsuzca geri döndüğü ya da umutsuzca gelip umutla döndüğü yani kısaca kartların dağıtıldığı adresteyiz...
Kadrolaşmaların, ekipleşmelerin, oyun içinde kırk türlü oyunların oynandığı adres olmaya devam ettiğini de söyleyebiliriz...
Her köşe başında bir masa, her masada farklı yüzlere sahip oyuncuların yazdıkları senaryolar ve şüphe dağlarının tepelerinde buluşanların fısıltılarıyla çizilen resimlere baktıkça arka sokaklarına kaçmayı yeğliyorsunuz...
Ve devletin yönetildiği yerdeyiz, daha doğrusu, yönetenleriyle birlikteyiz...
***
Otuz beş yıldan beri gelip gittiğimiz, her defasında değişen pek bir şeyin olmadığını söyleyebileceğimiz bir diyardayız...
Shakespeare’in Othello trajedisini izleyenler ya da okuyanlar bir replikten çok etkilenir..
Aşk, kıskançlık, ihanet ve ırkçılık konularına değinen Shakespeare’in Othello eseri 1930 ve 1940’lı yıllarda ülkemizde Arabın İntikamı adıyla sahnelenir...
Replik, o dönemdeki siyasi iktidarın etkisiyle, oyun üzerinden halka farklı bir mesaj iletmek içindir...
O replik şöyle:
- Beğendiğimiz bedenlere hayalinizdeki ruhları koyup, aşk sanıyorsunuz!
Bu replikteki trajediyi dünyada yaşamayan yok gibi...
Ve o trajedinin en büyüğünü artık ülkemizdeki namuslu, şerefli ve dürüst insanlar yaşıyor!
‘Metroyu beklerken’ başlıklı salı günkü yazımıza çok sayıda tepki geldi... Bazıları İstanbul’u gittikçe yaşanmaz kılan sorunları dile getirmemizden memnun kaldıklarını ifade etmiş, bazıları da yazdıklarımızdan aklımıza dahi gelmeyen yorumlara varmış...
Biz, İstanbul’daki trafik sorununun bir türlü çözülmeyişine, aşırı göç alışına ve metro hatlarının trafiğin yoğunlaştığı yerlerden geçmek yerine, daha kurulmamış yerlerden neden geçirildiğine değinmiştik...
Bahçeşehir’i uydu kent yapacaksınız, dört paralı gişe konduracaksınız ama metro hattını ise daha yeni kurulan Başakşehir’e götüreceksiniz...
Ve bu paralı gişelerin, her seçim öncesinde “Kaldırılacak” diye söz verilmesine rağmen bir türlü kaldırılmayışına da şahitlik edeceksiniz... Sirkeci’den başlayan ve Halkalı’ya kadar giden banliyö hattını kaldıracaksınız ve hâlâ yapılmasını bekleyeceksiniz!
Oysa, bu arada Osman Gazi, Yavuz Sultan Selim köprüleri bitti bile...
Ve İstanbul’daki trafiği çekilmez hale getiren nedenleri ortadan kaldırmak yerine, sürekli E-5 ve TEM karayolu kenarına gökdelenleri dikmeyi ihmal etmeyeceksiniz...
Şimdi bizler bu keşmekeşi görüyoruz da, İstanbul’u beş bin kamerayla izleyenler görmüyor mu?
İstanbul’dan uzaklaşınca sanki zamanı tüketen bir makineden ömrünüzü kurtarmışsınız gibi.
On günden beri Milano, Venedik, Verona, Como, Lugano, Floransa, Pisa ve Roma’daydık.
Ne zaman Avrupa’nın farklı bir kentine gitsek olağanüstü bir sükûnet ortamında buluyoruz kendimizi.
Sanki bir gün, bir ay gibi geliyor.
Ve zamanın bereketini fark ediyor insan.
İstanbul’da yaşamanın artık bir ayrıcalık, bir keyif olmadığını da...
Boğaz’ın o güzel manzarasını aylarca görmeden İstanbul’da yaşayan insanlar var, zamanın telaşına yenik düşerek, ayakta durmaya çalışan.
“Aynı anda iki kişi olursan biri tökezler” diyorlardı, yeni anladık diyenleri...
O ihanet günlerinden kendimizi hâlâ kurtarabilmiş değiliz...
Kimse kendine gelebilmiş değil...
Korkularıyla, hayal kırıklığıyla psikolojisi bozulan ama yine de yaşamaya çalışan milyonlarca insan; hayattan soğumuş, gelecekten umudunu kesmiş, hayallerini çöpe atmış...
Dağları, nehirleri ve ağaçları dahi sevemeyecek kadar tükenmişlik sendromuna yakalanmış, daha düne kadar umutlarıyla hayata tutunmuş milyonlarca genci yeniden kazanabilecek miyiz, bilmiyorum!
Kimse, kimin kim olduğunu bilmiyor, bu gerçekle yüzleşen herkes daha çok ürküyor...
***
Bir yanlış bin doğruyu alıp götürüyor.
Ve bir yanlışın cezasını milyonlarca insan çekiyor, çektiriliyor.
Namuslu yaşamanın bedeli gittikçe ağırlaşıyor.
İstanbul’da havalimanına yapılan terör saldırısı yüzünden ülkemizdeki bütün havalimanlarında güvenlik, pasaport kuyrukları işkenceye dönüşmüş durumda.
Uçağa binmeyi dünyanın en eziyetli haline getirmeyi teröristler başardı, biz de terörize olmayı başardık.
Teröristlerin tek amacı zaten terörize etmekti...
Ve her terör eyleminin sonrasında terörize olmadan belayı savuşturmayı hâlâ kimse öğrenemedi.
İkiye ayrılan bir sokağın başındayız...
Biri uzun bir yol, diğeri çıkmaz bir sokak...
Ve biz çıkmaz sokaklardan geriye dönüp sürekli başka bir yola saptırılıyoruz.
Gerçek yolu bir türlü bulamıyoruz.
“Önce yol, sonra yoldaş” diyerek vardığımız yolun sonu, çıkmaz sokak.
Ve büyük tuzakların döşendiği yollarda sayısız pusuya ve gizli oyunlara yenik düşme nedeni de bu.
Asırlardan beri terörün bin bir yüzüyle tanışıyoruz, tanıştırılıyoruz.
Son günlerde bir hayli dış ve iç seyahatlerimizin sonucunda farkına vardık ki dünya ekonomisi bir yandan karanlık tünelden çıkmaya çalışıyor, diğer yandan yeni senaryolarını da devreye sokmanın telaşlı günlerini yaşıyor.
Çin’in Hangcou kentindeki ‘G20 Liderler Zirvesi’ dünyanın en gelişmiş ekonomilerine sahip 20 ülkesinin yanı sıra davetli ülkelerin devlet ve hükümet başkanları bir araya geldi...
Dünyayı yöneten liderler sürekli farklı ülkelerde toplanıp masaya oturduklarında yeni kaynakların ve pazarların paylaşımını planlıyor...
Ya da kavgasını yapıyor, kimse farkına varıyor mu, bilemiyoruz!
Küresel ekonominin aktörleri dünyayı daha büyük bir köye dönüştürmeyi düşünüyor ama diğer yandan ülkeleri yöneten siyasi liderler de büyük bir köydeki siyasi konumlarını korumaya ve kendi yerli aktörlerin mevcut pozisyonlarını muhafaza etmeye çalışıyor.
Kaçınılmaz durumda ise küresel aktörlerle kendi yerli aktörlerini yeni ortaklıklarda buluşmaya davet ediyor...
Rekabet ise her geçen gün biraz daha acımasız boyutlara taşınıyor!