Sadrazamlık 17’nci yüzyıldan beri bugün İstanbul Valiliği binasının bulunduğu yerde bir konakta faaliyet gösterirdi. O vakte kadar sadrazamların konakları bile şahsiydi. Maiyetindeki memurların çok azı; yani nişancı, reisülküttab gibileri devletin merkez bürokrasisinin vazifelileriydi.
Burada vazife kelimesi maaş anlamındadır, diğerleri veziriazamın kapıkulu halkıydı. Sadrazamın, Anadolu ve Rumeli’deki muhteşem haslarından gelen gelir, bundan başka padişah atiyyesi birtakım tahsisat ve şuna dikkat edelim pişkeş denen, bir yere tayin edilenlerin kendisine verdiği resmi hediyelerden oluşan geniş bir geliri vardı ki; maiyetini buradan beslerdi.
19’uncu asırda bile büyük valilerin birtakım memurları bu statüdeydi. Merkez bürokrasisinin kuvvetlenmesi, anonim bir kimlik kazanması Tanzimat ve II. Abdülhamid devirlerine ait gelişmedir ve II. Meşrutiyet devrinde kuvvetli Maliye Nazırı Mehmet Cavid bey sayesinde ilmi bir bütçe ve barem kanununun çıkarılmasıyla, memuriyet paşaların değil, devletin rüknü haline getirilmiştir.
Osmanlı sadrazamları üzerinde bizim yarı aydın çevrelerimizde çok farklı değerlendirmeler dolaşır. Bunlardan bir tanesi sadrazamların padişahın emir kulu olduğu ve yolsuzluk yaptığıdır. Şu kadarını söyleyelim, başbakansız hükümdar olmaz. Ne 14. Louis’yi ne Kraliçe I. Elizabeth’i hele Victoria’yı ne de büyük Napolyon’u başbakansız düşünebilirsiniz.
Servetini askerlere maaş diye dağıttı
Fatih Sultan Mehmet vezirleriyle vardır, aynı keyfiyet onlara çok sert davranan Yavuz Sultan Selim için de söz konusudur. Hele Kanuni Sultan Süleyman vezirlerine vezir olmayı öğreten ve onlardan kudretli yardımcılar yaratan bir hükümdardır. Osmanlı tarihinin en uzun süre iş gören sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa bu sürecin bir ürünüdür.
Bu başvezirlerin özelliği mührünü aldıkları padişah adına fevkalade yetkili ve ani karar verebilen baş görevliler olmalarıdır. Hele sefer esnasında Serdar-ı Ekrem unvanını alan başvezir tuğralı boş kağıtlara padişah adına ferman yazdırabilir. Sulhta dahi memleketin bir ucundan bir ucuna asayiş için askerleri, inşaatlar için işgücünü sevkedebilir. Cezalandırma yetkisi padişahınkine yakındır. Tabii bu ağır bir mesuliyet getirir; yalan söylediği ve ihanet içinde olduğuna kanaat getirenin boynu vurulur.
Osmanzade Ahmed Ta’ib’in “Hadikat’ül Vüzera / Vezirlerin Bahçesi” adlı, sadrazamların hayat hikayelerini anlatan klasik eseri üzerinde istatistik çalışma yapan öğrencim, İçişleri Bakanlığı mensuplarından Sait Aşkın bilhassa devşirme paşaların yarıya yakınının azil, yüzde 20 kadarının siyaseten katlle görevlerinin sona erdiğini; fakat ilginçtir ki mesela Abaza kökenli başvezirlerin yüzde 20’sinin muharebelerde şehit düştüğünü, yüzde 5’inin sefer sırasında öldüğünü ortaya koymuştur.
Osmanlı veziriazamları içinde Özdemiroğlu Osman Paşa gibi şahsi servetini Tebriz’i kuşatan askere maaş diye dağıtan da vardır. Hiç kuşkusuz böylesinin yanında rüşvet yiyenler de... Siyaseten katl ve müsadere gibi iki adet Osmanlı devletinde ancak Tanzimat asrında ortadan kalktı. Bu devirde önde gelen devlet adamlarının maaşları ve imkanlarıyla geçinmelerinde bürokrasinin kurduğu kontrol sisteminin ardında, her şeyden önce uzun bir denetim geleneği yatar.
Unutmayalım, bütün Avrupa’nın hayran olduğu Mustafa Reşit Paşa ve Mehmet Emin Ali Paşa gibi devlet adamlarının konakları vazgeçin Avusturya ve Rusya’daki meslektaşlarının saraylarıyla boy ölçüşmeyi, Mısır’daki zenginliklerle bile yarışamazdı. İstanbul’da ayakta kalan sadrazam konağı pek azdır ve doğrusunu isterseniz nadir numunelere baktığımızda da ayakta kalabilecek olanı da yoktur.
Askeri bir imparatorlukta her şeyden önemlisi askeri masraflardı. Türkiye tüketimi devlet adamı lüksünü 1980’lerden sonra tanıdı.
Sadrazamlık makamında sadece dokuz gün kaldı
Osmanlı sadrazamları içinde Lala Mehmet Paşa gibi şirpençe denen menhus hastalıktan ölene kadar sadece dokuz gün, evet sadece dokuz gün sadrazam olanlar olduğu gibi, Koca Sinan Paşa gibi beş kere sadaret makamına azledilip dönen veya Sokullu gibi Kanuni’den itibaren üç padişaha sadrazamlık yapan ve muhtemelen tertipli bir suikastla iktidarına son verilenler hep bir aradadır.
Devletin ilk 150 yılında Türkler sadrazam olmuştur, bunların yüzde 60 kadarı ilmiye sınıfından geliyordu, sonraki iki asır boyu, 17’nci yüzyıla kadar askerler ve devşirmeler hakim olmuştur. Fakat sadrazamların, maliyeciler yani defterdarlara ve bilhassa imparatorluk kadastrosunu ve arazi sistemini denetiminde tutan nişancılara söz geçirebildiklerini söylemek mümkün değildir. Çünkü sistem eski İran’da, İslam imparatorluklarında ve Bizans’ta da böyle işlerdi ve doğrusu da buydu.
19’uncu yüzyıla gelene kadar Enderun’dan yetişme çok bilgili, Osmanlı kültürünü musikisi, edebiyatı, hatta sporuyla sindirmiş Sokullu Mehmet Paşa, Ferhat Paşa, Cağalazade Sinan Paşa gibi (Bu sonuncusu bir İtalyan soylusu Kont Cigalo’nun soyundan geliyor) devletluların yanında, yeniçeri ocağından gelenler içinde daha çok muharebe ve beden eğitimi ile yetişmiş okuması yazması olmayan Kemankeş Kara Mustafa Paşa, Köprülü Mehmet Paşa gibi ünlü vezirler de vardı. Bunların başarıları öbürlerinden aşağı kalmazdı. Ve bu vezirlerin hepsi Müslümanlığı, Türk dilini ve kimliğini benimsemişti.
Ananeye mutlaka dikkat edilmeli
Yukarda Osmanlı sadrazamları içinde önemli sayıda vezirin savaşlarda şehit düştüğünü bildirmiştik; geniş biyografik bilgisiyle bu gibi portreleri vurgulayan Yılmaz Öztuna; IV. Murad Han’ın Bağdat seferi sırasında surların önünde şehit düşen Tayyar Mehmet Paşa’yı ve aynı bölgede daha önceden Bağdat muhafazasındayken İran Safevilerinin hücumu sırasında şehri savunurken şehit düşen babası Uçar Mehmet Paşa’yı zikrediyor. 18’inci yüzyıl savaşları alim sadrazam Fazıl Mustafa Paşa ve şehit Ali Paşa gibi askerleri tanımıştır.
Babıali denen binada Osmanlı Sadareti, Hariciye nezareti ile iç içedir çünkü müşterek mesai söz konusudur. Bu diplomasiyi de aşar, devletin bazı mahrem işlerini de kapsardı. Cumhuriyet döneminde de çok uzun zamanlar Hariciye müsteşarı olan büyükelçiler birçok konuda başbakanlara gerçek anlamda müsteşarlık yapmıştır. Ankara’da iki bina her zaman iç içeydi. Kim ne derse desin Turgut Özal’dan başlayarak başbakanlar, Dışişleri Bakanlığı mensuplarını itelemeye çalıştılar ama her seferinde onlara daha çok sarılmak zorunda kaldılar. Türkiye eski bir devlettir; bu devleti yapan tarih ve gelenektir. Ondan vazgeçilemez ve başarılı olmak için ananeye dikkat etmek gerekir.
Osmanlı sadrazamları hiçbir zaman idare edilen halkla muhatap olmak, onlara hesap vermek durumunda değildi. Parlamentoda hükümet ancak II. Meşrutiyet’ten sonra güvenoyu vermiştir. Bu nedenle kitle karşısında konuşmak ve bunun getirdiği belagat 1946’ya kadar söz konusu değildi. Güzel konuşan başvekillerimiz dahil; mesela uzun parlamento ve kabine geleneği olan Britanya’nın aksine kitleyle temasta ve demeçlerde, daima üslup ve muhtevada ölçüyü kaçırmışlardır. Hiç şüphesiz ki kitleyle bu tip bir ilişki daha uzun zaman ister ve mutlaka partilerde özel bir eğitim gerektirir.