Müzik denince kuşkusuz akla pek çok isim gelir. Ancak bu yüzlerce yıldır hayatımızın olmazsa olmazı olan bu sanat dalına damga vuran isimler dense herhalde akla ilk gelen kişilerden biri Beethoven olur. Muhtemelen 16 Aralık 1770 tarihinde Almanya'nın Bonn kentinde dünyaya gelen Beethoven'in bu sene 250. doğum günü kutlanacak.
Başta Almanya ve hayatının önemli bir bölümü geçiriği Avusturya olmak üzere dünyanın pek çok yerinde bu büyük müzisyen anılacak. Bu listede elbette ki Türkiye de var. Konser salonları ve müzik festivallerinde çeşitli etkinliklerle anılacak olan Beethoven hayattayken de insanların belki biraz çekindiği ama çokça da saygı duyduğu bir isimdi.
Müzik tutkunu bir ailede dünyaya gelen Beethoven, pek çok kardeşini çeşitli hastalıklar nedeniyle kaybetti. Dönemin koşulları düşünüldüğünde sıradan bir olay olan bu durum elbette Beethoven'in duygusal durumuna da etki eder.
Ailesinin pençesini bırakmayan hastalıklardan biri Beethoven'in de peşini bırakmayacaktı. Viyana yıllarında yaşamaya başladığı işitme sorunu ilerleyen dönemde ünlü besteci ve piyanistin duyma yetisini tamamen kaybetmesine neden oldu. Ay Işığı Sonatı olarak bilinen 14 nolu Piyano Sonatı'nın yanı sıra 7. ve
Geçtiğimiz hafta İstanbul iki önemli konsere ev sahipliği yaptı. Birisi çiçeği burnunda Limak Filarmoni’nin İstanbul gala konseri, diğeri de Berlin Senfoni ve Erdal Akkaya’ı bir araya getiren konserdi.
Önce ilkinden başlayayım. 11 Ekim Çarşamba akşamı Zorlu PSM’de epeydir heyecanla beklediğim bir konsere dünya gözüyle tanıklık ettim. Rengin Gökmen’in şefi olduğu Limak Filarmoni Ankara’dan sonra İstanbul’da gala konserini verdi.
Dünyaca ünlü tenorumuz Murat Karahan’ın da öncülerinden yer aldığı Limak Filarmoni yola Zeki Müren’in seslendirdiği şarkılarla çıktı. Bir Demet Yasamen, Şimdi Uzaklardasın, Manolyam ve daha nicesi tamamen dolu olan salonda yankılandı. Murat Karahan’ın enerjisi ve repertuarından etkisiyle bir süre sonra tüm seyirciler şarkılara hep bir ağızdan eşlik etmeye başladı.
Türk Sanat Müziği ve özelde Zeki Müren şarkılarının sürekli çalındığı bir ortamda büyümemin etkisiyle şarkılara eşlik ederken bir yandan bestelerin birçoğunun Batı müziği formuna ne denli yatkın olduğunu fark ettim. Bunda tabii düzenlemelerdeki başarının da etkisi büyük. Düzenlemelerin arkasındaki isim Yusuf Yalçın.
Limak Filarmoni’nin konserlerinin artacağı müjdesini de Limak Vakfı
Sonbaharın gelişi henüz sıcaklıkların düşüşü bakımından hissedilmese de İstanbul’daki pek çok mekan yeni sezon için kapılarını açmaya başladı. Üstelik de baş döndürücü bir yoğunlukla. Çarşamba sabahı Yapı Kredi Kültür Sanat binası geçirdiği tadilatın ardından kapılarını açtı. Ortaya harikulade bir yapı çıkmış. Beklediğimize değmiş. Bir süredir sanat açısından ıssızlaşan İstiklal Caddesi’nin yeniden o görkemli günlerine dönüşünün habercisi olur umarım bu olay.
Tadilat nedeniyle Yapı Kredi koleksiyonunun epeydir göremediğimiz eserleri de yeniden ziyaretçilere açılmış oldu. Açılış sergisi olan ve sanat merkezinin koleksiyonlarının yer aldığı Sarmal, ilhamını yeni binanın mimarisinden almış. Dev cam cephe sokakla bağınızı koparmamanızı sağlıyor. Yapının bu özelliği bana Paris’te bulunan Centre Pompidou binasını hatırlattı. Kuşkusuz binanın en görkemli eserlerinden biri İlhan Koman'ın Akdeniz heykeli.
Macar Kültür Merkezi dolu dolu...
Hemen bir gün sonra da Kağıthane’de bulunan Macar Kültür Merkezi’nde 15. İstanbul Bienali ile eş zamanlı düzenlenecek olan “Kişisel Alan” sergisi açıldı. İçinde pek çok Macar sanatçının eserlerinin yer aldığı sergi 15. İstanbul Bienali’nin “İyi
Zanzibar, Hin Okyanusu'nda Tanzanya'nın açıklarında ana geçim kaynağı turizm olan bir ada. Tarih boyunca birçok kültürün etkisinde kalmış, dolayısıyla çeşitli milletlerden insanların yaşadığı bir yer haline gelmiş.
İngiliz hakimiyetinde olduğu yıllarda esasen İran kökenli olan Bulsara ailesi memurluk görevi için Zanzibar'a taşınmıştı. Bu esnada ailenin Faruk adını verdikleri bir erkek çocukları dünyaya gelir. İçine kapalı ama çok yetenekli olduğu hemen anlaşılan Faruk, bir süre Hindistan'daki İngiliz okulunda eğitim gördü. 17 yaşındayken de ailesi ile birlikte Londra'ya taşındı.
Freddie Mercury doğuyor...
Ealing Art College'da eğitim görmeye başlayan Faruk, burada grafik ve tasarım kadar müzikle de ilgilenir. 1960'lı yıllarda çığ gibi büyüyen Rock dalgasına o da kapılmıştır. Ancak Faruk Bulsara adını kariyeri için pek de tatmin edici bulmuyordur. O artık gelecekte dünyanın en güçlü sesi olarak kabul görecek olan Freddie Mercury'dir.
Okul yıllarından tanıştığı Brian May ile sonradan aralarına katılan Roger Taylor ve John Deacon ile birlikte çalmaya başlarlar. Bu gruba bir isim ve logo gerekmektedir. Bu görev tabii ki Freddie Mercury'ye düşer. Queen ismi ve grup
2007 yılında sonraki on yılda büyük işler yapacak bir birlikteliğin ilk adımı atıldı. yaşları 16 ile 22 arasında değişen gençlerden oluşan yüz müzisyenlik bir orkestra kuruldu. Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası (TGFO) adını taşıyan ve Şef Cem Mansur'un yönettiği bu ekip geçen on yılda birçok konsere ve başırılı işe imza attı.
Avrupa'nın birçok önemli konser mekanında maharetlerini sergileyen bu gençler dün akşam da Zorlu PSM'de salonu dolduran yüzlerce izleyici karşı yaklaşık üç saatlik bir klasik müzik zevki yaşattı. 2010 yılında yapılan bir araştırmaya göre klasik müzik dinleme eğilimi ülkemizde %10'lar seviyesinde. TGFO biraz da bu durumu tersine çevirme hedefinde.
Sabancı Vakfı'nın da desteklediği orkestra Avrupa'da olduğu kadar ülke içinde de konserlere imza atıyor. İnternet üzerinden yayınladıkları videolarda çarşı pazarda vatandaşlarla gerçekleştirdikleri klasik müzik sohbetleri ve sokakta canlı performansları, son dönemde izlediğim en keyif verici videolar oldu. Özellikle "Mozart ne arar pazarda?" videolarını izlemenizi tavsiye ederim. Klasik müzik zaten, telefon melodimiz, haber bülteni jenerik müziği, sevdiğimiz filmler ve daha birçok anımızda farkında
Napoleon bu şehri hiç göremedi. Ancak dünya tek bir devlet olsa bu şehrin ona başkentlik edeceğini biliyordu. Napoleon’dan daha şanslı olanlar da vardı elbette. Gustave Flaubert, Gerard de Nerval, Mark Twain, Ernest Hemingway, Pierre Loti, Çaykovski, James Baldwin, John Berger, Umberto Eco ve daha nicesi. Bu isimlerin ortak noktası yüz elli yıllık bir zaman dilimi içinde bu kentin havasını solumalarıydı.
Ruh halinize bağlı olarak Candan Erçetin ile Ceza’nın “Şehir” düeti ya da Münir Nurettin Selçuk’un Yahya Kemal şiirinden bestelediği “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul “u çınlar kentte durmadan. Neresiydi bu İstanbul? Bence Galata Köprüsü’nün tam ortasıdır. Üç tarafı da denizin ortasından izleyebileceğiniz dünyanın en iyi günbatımının yaşandığı yer. Ben demiyorum, Instagram diyor.
Kimine tuzaklar kuran, kimisininse tek bir semtini sevmeye bir ömür harcadığı İstanbul artık yavaş yavaş sonbahara hazırlanıyor. Tarihe damga vurmuş insanların sevgili kenti bilmem kaç yüzüncü sonbaharını yaşayacak, milyonlarca insanın, binlerce ev ve otomobilin yüküyle birlikte.
Göğün kızıla boyandığı günbatımına Galata’ya yetişmek kaydıyla sonbaharın rengarenk ağaçlarını görmek
Giulietta Guicciardi ismi size tanıdık geliyor mu? Muhtemelen hayır. Ancak Giulietta, vesile olduğu bir şey sayesinde sonsuza kadar yaşamaya devam edecek. O ki tarihin en büyük bestelerinden birine ilham kaynağı olup nota defterinin ithaf kısmında adı yazılı olan kadın.
1782-1856 yılları arasında yaşayan Giulietta Guicciardi, isminden de anlaşılacağı üzere İtalyan kökenli biri. Soylu bir aileden gelen Giulietta ya da ailesinin ona seslendiği şekliyle Julia, belki de dünyanın en şanslı kadınlarından biriydi.
Onun şansı sırf o dönemin değil, muhtemelen tarihin de en büyük müzisyenlerinden biri olan Ludwig van Beethoven’den özel piyano dersi almaktı. Bu dersler, aksiliğiyle nam salan Beethoven’in ruhuna o denli işlemiş ki ortaya 14 Numaralı Piyano Sonatı ya da daha bilinen adıyla Ay Işığı Sonatı’nı çıkardı.
Ne yazık ki Beethoven’in bu şaheseri bestelerken yaşadığı acıları hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ancak bir erkek olarak şunu söylemek mümkün: Bu büyük bir aşkın bestesi. Beethoven, aralarındaki sınıfsal fark nedeniyle asla evlenemeyeceklerini bildiği Julia’yı hayal ederken, çıkmıştı ortaya bu şaheser. En nihayetinde de sonsuz mutluluğu hayal ettiği kadına ithaf etmişti. Bir
”Büyük ve iyi, çok nadir olarak aynı adamdır.”
Bugün sahip olduğumuz her kanaat geçmişimize dair bir yaşanmışlığın sonucu oluşan bir yargı. Bir şeyi sevmek ya da sevmemek… Hatta bir şeyden korkup ondan çekinmek de geçmişin izlerini barındırıyor. Bu, milyonları peşinden sürükleyen, tarihin akışını değiştiren bir insan da olsanız böyle, yaşadığı sadece yakınları tarafından bilinen sıradan bir insan için öyle.
Geçtiğimiz hafta epeydir beklediğim Churchill filmi nihayet gösterime girdi. Ben de biyografisinden kendime ilham aldığım bu insanın hayatının en buhranlı dönemini anlatan yapıma büyük bir merakla gittim.
Film açılış sahnesinden itibaren estetik kaygılar taşıdığını belli ediyor. Geniş kadrajlar, ters ışıklar, dalga sesleri ve bir rüya sahnesi olduğunu belli eden beyazlıkla başlayan film, Churchill’in Normandiya Çıkarması öncesi yaşadığı ve yaşattıklarına odaklanıyor.
Çanakkale travması
Jonathan Teplitzky’nin yönettiği filmde Başbakan Winston Churchill’i Brian Cox canlandırıyor. Filmde dikkatimi en çok çeken noktalardan biri, James Purefoy’un Kral 6. George rolü. The Following