Daktilonun başına geçtiğimde düşündüm; İstanbul’da yaşanan seli ve dünyada sel felaketlerinin yol açtığı ekonomik hasarları mı yazsam, yoksa doların aniden değer kaybetmeye başlamasını mı? Malum, parite birdenbire 1.38 düzeyinden 1.46 düzeyine geldi. Yahut da yılın ikinci çeyreğinde oluşan yüzde 7’lik daralmayı mı değerlendirsem?..
Hepsinden vazgeçtim. Bu hafta dünyada eşi benzeri olmayan olaylar oldu. Önce Doğan Yayın Grubu’na yeni bir vergi cezası daha geldi. Böylece Aydın Doğan’a gelen cezalar (5 milyar TL’ye yaklaşarak) servetini geçti. Düşünün bir kere; Maliye bir vergi rekortmenine vergi kaçırdın diyor ve servetinden fazla vergi cezası kesiyor! Şoke edici değil mi?
Servetten büyük cezanın nedeni
Peki bu haksızlık neden yapılıyor? Kimine göre Doğan Grubu’nun siyaset mühendisliği yapması Başbakan’da rahatsızlık yaratmış. Fakat buna itirazlarım var. Birincisi, bu doğru olsa da hiçbir Başbakan duygusal davranamaz.
Tarafsız ve hukuka uygun hareket etmek zorundadır. Kaldı ki, Doğan gazetelerinin köşe yazarlarının neredeyse yarısı sözde demokratlık kisvesi altında hükümet destekçiliği yapıyor. Üstelik güçlü bir iktidar medyadaki eleştirileri hoşgörüyle karşılar. Demokrasi bunu gerektirir.
Kimine göre, Doğan’ın geçmişte iktidarlarla ilişkiye girmesi Başbakan’da rahatsızlık yaratmış. Peki, Başbakan Erdoğan işadamlarının hepsine mesafe koydu da biz mi görmedik? Yahut iktidarla ilişki içinde olmaya çalışmayan işadamı mı var? Neredeyse hepsi Başbakan’ın ya da Cumhurbaşkanı’nın uçağına binmek için kuyrukta bekliyor! Bunların kimi eski kodamanlar, kimisi de AKP’nin kendi yarattığı takkeli kodamanlar.
Beni bu hafta ürperten bir başka gelişme de yargıya müdahale hazırlıkları. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda, AB’ye uyum adına, değişiklik yapılıyor. İşin doğrusu, bakan ile müsteşarın kuruldan çıkması. AB de bunu istiyor. Fakat hükümet onları tuttuğu gibi, kurulu genişletip yeni üyelerin Meclis tarafından atanmasını getiriyor.
Yargıyı siyasallaştırma çabası
Oysa, Avrupa’da meclisler hâkim atarken, siyasal kimliklerine bakmaz. Kaldı ki, bürokratların çoğu iktidar değişikliğiyle yerinden olmaz. Bizde bir parti iktidarı eline geçirdi mi, odacıları bile değiştirmeye kalkar. Kendinden olmayanları ülkenin ücra yerlerine sürer. Bu yeni düzenlemeyle Meclis’te çoğunluğu olan iktidar partisinin hâkimler üzerinde nasıl bir güce sahip olacağını herkes biliyor.
Örneği de var. (Geçenlerde yayımlanan, Turan Güneş’in “Türk Demokrasinin Analizi” kitabında okudum.) 1961 Anayasası’ndan önce Danıştay üyeleri Meclis tarafından seçildiği için hemen hepsi Meclis koridorlarına dökülürmüş. Bir hâkim için ne kırıcı, değil mi? 1961 Anayasası ise DP’nin hâkimler üzerinde kurduğu bu baskıyı kaldırmaya çalışmış.
Bugün Türkiye’de kimi hâkimlerin ne derece yetersiz (hatta kiminin taraflı) olduğunu gözlemlememe, son zamanlarda yazılarımda dile getirdiğim gibi, medyanın da çok sorunlu olmasına rağmen demokrasi açısından her ikisine de müdahale yanlıştır.
Doğru, 24 Nisan demokrasiye karşı postmodern bir müdahaleydi. Fakat bunun karşılığında orduyu hırpalamak demokratlık olmadı. Kabahat olan müdahale, kurum değil. Üstelik yargıyı ve medyayı sindirmek tam anlamıyla postmodern totalitarizm oluyor. Bilmem yeşil manşetin altında yazanlar buna ne diyecek?