Bugün bayram…
Bir bayram yazısı yazmalıyım….
Ama ne yazacağım???
Bu yapmalı, yazmalı, etmeli işler hiç bana göre değil...
Ahhhh o eski bayramlar diye başlayan yazılardan, konuşmalardan da fenalık geldi artık!!!
Zaten bayramlar büyük bir çoğunluk için sadece uzun bir tatil anlamına geliyor artık. Bütün bir yıl çalışıp, sadece bir hafta tatil izni olur mu? Bu nedenle insanlar her türlü fırsatı tatil olarak değerlendirmek istemekte haklılar tabii ki…
Ayrıca bu bayramın her yıl ‘Şeker Bayramı’, hayır hayır ne münasebet ‘Ramazan Bayramı’ tartışmalarını alevlendirmesi de yeterince garip…
Şahsi fikrim şudur. Bu bayram oruçla geçirilen Ramazan ayından sonra kutlanan dini bir bayramdır ve adı da doğal olarak ‘Ramazan Bayramı’dır. Ancak yıllarca her türlü kağıt mendile ‘Selpak’ denmesi, her türlü seramik kaplamaya ‘Kalebodur’ denmesi ne kadar kabul gördüyse, bu bayrama da ‘Şeker Bayramı’ denmesi kabul edilebilir. Tartışmaya, bölünmeye gerek yok yani. Yeterince ayrıştık zaten, daha fazla kimse yemesin birbirini lütfen…
Eskiden, çocuğum yokken bir güzel ahkam keserdim. Okulların kapanmasına yakın karalar bağlayan, fellik fellik yaz okulu arayan arkadaşlarıma söylenip dururdum.
Yazık değil mi bu çocuklara? Zaten bütün yıl okula gittiler. Yaz okulu dediğin nedir ki? Yine okul işte. Tamam Matematik yok, Türkçe yok belki ama yine öğretmen var, yine program var. Özgür değil ki çocuklar. Onların serbest zamanlara ihtiyacı var. Sıkılmalı çocuklar. Sıkıntıyla başa çıkabilmeyi öğrenmeli. Kendilerini oyalayabilecek birşeyler geliştirmeli. Doğa ile iç içe olabilmeli. Daha yaratıcı oluyorlar böylelikle. Kendilerini geliştirebiliyorlar.
Amaaaa, gel gör ki büyük konuşmuşum. Düşüncelerimin arkasında duruyorum hala. Yaz okuluna yollamadım Ali’yi. Peşinde bir oyun ablası ile evde de bırakmak istemedim. İstedim ki, bizim çocukluğumuzdaki gibi yaşasın çocukluğunu. Ama iş yazın tatile girmiyor ki. Ben de onu alıp iş yerine getirdim bugün. Sandım ki bana yardım edecek, bir masaya oturup yaz ödevlerini yapmaya başlayacak, kitap okuyacak, resim yapacak…
Ne mi oldu? Her türlü ciddi telefon konuşmamın arka planında on saniyede bir anne diyen bir fon oluştu. Çizim yaparken kullandığım bütün profesyonel boya
Benim başım bu WhatsApp ile fena dertte. Kendisiyle ne seninle ne sensiz şeklinde bir ilişkimiz var. Bir kere çok pratik. Uzun ve gereksiz telefon konuşmaları yok. Kısa, net ve sonuç odaklı. Bir program mı yapılacak, hemen kur bir grup. Orası ona uymadı, o gün bana uymadı diye uzun uzun uğraşma. Çocuklar yeni sınıfa mı başladı; hemen bir anneler grubu kur, bugün matematik ödevi var mı, benimkinin kitabı size karışmış olabilir mi, anında cevap. Tabii okulun, öğretmenlerin kabusu bu gruplar. Ciddi bir veli örgütlenmesi, sivil toplum hareketi gibi. Mesaj yazacak ortam mı yok, ses kaydı yolla. Müthiş bir iletişim devrimi. Bir de emojiler var. İki tane sembolle yanıt ver, büyük rahatlık.
Buraya kadar iyi hoş da bir de madalyonun öteki yüzü var. Bir kere vücut dili yok, mimik yok, ses tonu yok, hızlıca yazılmış sözcükler var sadece. Yanlış anlaşmalar için öyle uygun bir ortam ki. İyi bir şey söylemeye çalışırken karşınızdakini çıldırtabiliyorsunuz. Bir tık oldu, hımmm demek ki telefonun kapalıydı, neden? İki tık oldu, bak telefonuna düştü ama okumadın. Mavi tık oldu, okudun ama cevap yazmadın. Tam bir delillik hali. İşi gücü bırakıp bütün gün WhatsApp ile uğraşsam ancak başa
‘’Ben dünyanın en büyük aşığı olabilirim,
Ben koynunda yüz sene, bin sene durabilirim.
Ben Leyla’yı, Mecnun’u, Ferhat’ı, Aslı’yı, Kerem’i bilmem ama,
Bağdat’ı iki gözüm kapalı bulabilirim.’’
Yumuşacık bir ses, nefis sözler, tatlı bir müzik… Defalarca dinledim bu şarkıyı bu aralar. Ana dilde müzik dinlemenin insanın ruhuna dokunduğuna inanırım. Arabada Türkçe pop dinliyorum. Malum İstanbul trafiğinde saatler geçirdiğim için bütün şarkıları ezbere biliyorum. Sezen Aksu’nun ‘Küçüğüm’ ü ile kendime dönüyorum, ‘Yansın geceler, sabahı da söndürelim’ ile eğleniyorum.
Çalışmaya başladığımda eğer konsantrasyon gereken bir iş yapıyorsam mutlak sessizlik istiyorum. Çünkü müzik dinlerken tüm algılarım müziğe yöneliyor, başka birşey yapamıyorum. Konsantrasyon gerektirmeyen işlerde fonda Klasik Müzik istiyorum. Beethoven ‘Für Elise’, Mozart ‘Alla Turca’, Vivaldi ‘Four Seasons’, Strauss ‘The Blue Danube’ en sevdiklerim.
Akşam üzeri iş sonrası Dire Straits, Santana iş modundan çıkmak için birebir benim için.
Ali’yle dans etmek istediğimizde Bludfire, Don’t be so shy… Klasik müzik dinletmenin çocuk gelişimine yararlı olduğunu okumuştum. Vivaldi’lerle, Mozart’larla büyüttüm kendisi
Ben biraz çalışayım…
Çünkü Pazartesi günü TOG Bazar var. Ortaköy’deki tarihi Esma Sultan Yalı’sında. Toplum Gönüllüleri Vakfı benim için ayrı bir yer taşıyor. Vakıfta hiçbir maddi karşılık beklemeden gönülden çalışan arkadaşlarıma saygı ve hayranlık duyuyorum. Bu yıl kapılarını hepimizin yüreğini derinden yakan bir konu için açıyorlar. Çocuk hakları için. Kapı girişinden toplanacak gelir, bu konu için oluşturulacak bir fona aktarılacak. Ne kadar çok insan gelirse, o otuz lira’lar çoğalacak, istismar gören o kadar çok çocuğun hayatına dokunacak.
TOG Bazar’ın benim için ayrı ve çok önemli bir yanı daha var. Uzun yıllar sürdürdüğüm mimarlık mesleğimi başka bir platforma taşıyarak yarattığım tasarım ve mücevher markası House of DIV, bundan tam iki yıl önce ilk kez TOG Bazar’da sizlerle buluştu. Bize çok uğurlu geldi. Her yıl onlarla olmak, her yıl başka bir sosyal sorumluluk projesinde yer almak bir gelenek oldu. Paylaşmanın, yardım etmenin, almadan vermenin keyfi hiç bir şey de yok. Daha aktif, daha çok çalışmak istiyorum bu gönülden yapılan işlerde. Bu arada hala poşetlerim hazır değil, ürünler atölyede, nakliyecinin organize edilmesi gerek.
Ben biraz çalışayım en iyisi…
Bu kadar çok
İlişkilerimizi bir moleküle benzetiyorum ben. Ortada bir çekirdek ve çevresinde farklı uzaklıklarda dönen elektronlar. Veya güneş sistemine; merkezinde güneş var. Çevresinde farklı yörüngelerde dönen gezegenler, uydular. İlişkilerde böyle bana göre. Merkezde biz varız, çevremizde de farklı çemberlerimiz. En yakınlarımız en yakın çemberde yer alıyor. Sonra dostlar, arkadaşlar, tanıdıklar geliyor sırayla.
Maalesef benim bir tek çemberim var. Herkes onun içinde. Bu kişi yakın, şöyle davranayım. Şu insan biraz daha uzak, ona da böyle davranayım gibi hesaplı kitaplı ilişkiler içinde olamıyorum. Herkesle ilişkime 100 tam kredi ile başlıyorum. İş hayatında da böyle, arkadaşlıklarımda da. Güveniyorum, inanıyorum. Tabii herkes aynı değil. Zaman içinde yaldızı kazınanlar, foyası çıkanlar, sözünde durmayanlar, samimi olmayanlar, bir sürü şey görüyorum. Üzülüyorum haliyle. Sıfır krediyle başlayanlar da var. Onlar da fazla temkinli, fazla yalnız, fazla güvensiz. Yanlarına yaklaşmak için ağzınızla kuş tutsanız boş. Doğrusu sanırım 50 ile başlamak. Duruma göre arttırmak ya da azaltmak. Kendini korumanın yolu bu olmalı.
Nereden mi çıktı şimdi bu? Frida’dan. Frida Kahlo benim hayran
Sezen Aksu’nun yeni anne olan birini kutlarken kullandığı sözler geldi aklıma; ‘’Endişe kulübüne hoşgeldin.’’ Bu kadar mı güzel özetlenir annelik…
Evet, tam olarak böyle birşey. Bitip tükenmek bilmeyen bir endişe hali. Benim oğluma, annemin bana, anneannemin de anneme olan yaklaşımını gördükçe bunun sonu olmayan birşey olduğunu net olarak söyleyebilirim kendi adıma.
Karnımda taşımaya başladığım an başladı herşey. Ağır kaldırdım, birşey olmuş mudur? Bugün hareket etmedi, ne oldu acaba? Kordon dolanmamıştır değil mi boynuna doktorcum?
Bu arada çeşitli alıştırmalar da yapmak gerek tabii. Örneğin, 15kg ağırlığında bir kum torbası alın ve gece 02.00-06.00 arası kucakta taşıyın. Ayrıca bir kavunun içini boşaltın, ağız yerine bir delik açın, tavandan sallandırın. O sallanırken siz de kaşıkla ağzından içeriye mama vermeye çalışın. Bir de şunu deneyebilirsiniz. 30sn aralıklarla anne diyen bir çocuğun ses kaydını yanınızda açın, bir yandan da telefonla konuşmaya çalışın.
Doğdu bitti mi, bitmez!!! Bu kez de sütüm yetiyor mu? Yeteri kadar kilo alıyor mu? Az uyudu, çok uyudu, sık uyandı, hiç uyanmadı!!! Tam bir delilik hali yani...
Okula başladı. Mutlu mu? Arkadaşları iyi
Geçtiğimiz hafta Kore’de doğmuş, Japonya’da büyümüş, Fransa’da eğitim almış, son yirmi yıldır da İngiltere’de yaşayan stilist bir arkadaşımı ağırladım İstanbul’da. GIA (Gemology Institute of America)’da beraber mücevher tasarımı eğitimi almıştık. Yaz için hazırladığımız güneş motifli koleksiyonun fotoğraf çekimi için fikrini alıyordum telefonda. Hadi gelsene birkaç günlüğüne, dedim, geldi :)
Bo : Eviniz müsaitse sizde kalayım.
Ben : Çok erken kalkıyorum ama. Sen dinlenmek istersin belki. Sana bir otel ayarlayayım, güzelce uyu.
Bo : Ben seni görmeye geldim. Kalkarım ben de erkenden, birlikte işe gideriz.
E peki, dedim. Sabahın köründe kalktık, kahvaltı ettik, beraber işe geldik. Çalışmaya başladım ama bir huzursuzluk bende. Türk’üz ya, misafirperveriz ya, rahat ettirmemiz lazım ya. Her on beş dakikada bir soruyorum.
Ben : İyi misin? Bir şeye ihtiyacın var mı? Seni Topkapı Sarayı’na yollayayım mı? Ya da Dolmabahçe Sarayı? Bak hem yakında o.
Bo : Bak Gülşah, ben buraya seninle olmaya geldim. Turist olarak gelmedim. Sen lütfen işini bitir, ben kitap okurum, eskiz yaparım. Sonra birlikte yaparız birşeyler.
Bazen uzaktakiler yakın, yakındakiler uzak olur ya. Öyle oldu i