Kraliyet aileleri hemen hemen daima bir “koalisyon” gibidir. Şu farkla ki bu koalisyonun tarafları, ideoloji yerine farklı akrabalıkları, aile mensubiyetlerini temsil edeler. Suud ailesinin Arabistan’da işbaşına gelmesi, o tarihlerde başka ülkelere şekil verme işinde hızının (ve becerisinin) zirvesinde olan Büyük Britanya İmparatorluğu’nun planlarına aykırı olmuştu ama kendi içinde tutarlıydı. 1700’lerde ikiye bölünmüş olan Suud ailesinin Hicaz ve Necd kolları arasında İngiltere’nin yardımıyla uzlaşma sağlanmış ve 1902’de bugünkü krallığın temelleri atılmıştı.
İngiltere, Hicaz emirliğini oluşturan rakip aileyi daha sonra Ürdün-Irak-Suriye bölgesine kaydırarak, yarımadanın tüm egemenliğini Suud ailesine vermişti. O zamandan bu yana krallık, Abdülaziz’in Hassa el Sudari’den olan yedi oğluna geçti. Bu yedi kral, Abdülaziz’in başka eşlerinden olan ve halen hayatta bulunan (en genci 1945 doğumlu, en yaşlısı 1923 doğumlu) sekiz üvey kardeş ve onların oğulları ile “koalisyon” yapmışlar ve petrol gelirini paylaşmaktan ülke yönetiminde söz sahibi olmaya kadar iktidarın ortağı olmuşlardı.
Sudari 7’lisi denen kardeşlerin sonuncusu işbaşındaki Kral Selman, öyle görünüyor ki bu koalisyona
Terim, Carnegie Vakfı’ndan Judy Dempsey’e ait: AB ve NATO, Yunanistan’ın “pampered” (şımartılmış, bir dediği iki edilmeyen) ordusunu inceliyormuş... NATO uzmanları bakmışlar, bakmışlar ve Yunan silahlı kuvvetlerinin ne kendi, ne de NATO’daki görevlerine yararlı olmayacağına karar vermişler; Yunanistan’a “Gelin, ne yapamayacağınızı siz de bizzat görün” demişler. Yani bakmayın Yunan gazetelerinin ve onlardan aktararak bazı Türk internet sitelerinin telaşlı “Amerikan ve Alman askerleriyle Yunan deniz ve hava kuvvetleri, muhtemel düşmana karşı gerçek roketlerle ortak tatbikat yapacaklar” başlıklarına...
Evet, geçen Mart’ta da Yunan Hava Kuvvetleri, İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri ile ortak tatbikat yapmış, ama havada ikmali bile beceremeyen Yunan uçakları adalara inmek zorunda kalmış, İsrail gazetelerine alay konusu olmuştu. Yunan gazeteleri de bu kepazeliğe kılıf uydururken “Bizi durduran sadece nakit sıkıntısı” diye yazmışlardı.
Ancak herşeye karşın Avrupa’da ve hatta Amerika’da sokaktaki bir çok insanın zihninin gerisinde Yunanistan’a karşı bir Türkiye korkusu da yok değil. Bu korku, sadece sokaktaki insanlar değil, hatta “irredentism” ve “irredenta” kelimelerini bir kaynakta
ABD Başkanı Trump’ın dış politika danışmanı George Papadopoulos’un tutuklanmasının ardından, seçim kampanyası yönetmeni Paul Manafort da bir aydan fazla saklandıktan sonra, hafta başında Federal Soruşturma Bürosu FBI’a teslim oldu. Manafort’u da Trump’ın (veya ekibinin) seçim kampanyası sırasında bazı Rus vatandaşlarıyla (veya Rus hükümet temsilcileriyle) ABD’nin güvenliğini tehlikeye atacak ilişkiler kurmak ve casusluk amacıyla temas kurmak isteyip istemediğini soruşturan özel yetkili savcı yakalattı.
Şimdi bu karmaşık cümleyi masaya yatırsak ve kelime kelime analiz etsek, çıkacak sonuç, (Trump dâhil) bu insanların suçlu bulundukları takdirde 3 ay hapis yatmalarıdır! Peki, bu kadar gürültü neden?
Şundan: Bu şahıslar, haklarındaki bu iddialar kendilerine aktarılmadan önce, “Gerçeği söyleyeceğime, gerçekten başka bir şey söyleyemeyeceğime, gerçeğin tamamını söyleyeceğime...” şeklinde, sinemanın icat edildiğini günden beri hepimizin adeta Amerikalı bir mahkeme kâtibi kadar ezbere bildiğimiz yemini ettiler. Amerika’nın atom sırlarını Ruslara vermediklerine göre, biri eski siyasal danışman, diğeri emlakçı bu iki sanığın, belki de sinema seyircileri kadar bilmedikleri, bilmezden
Cumhurbaşkanı Erdoğan, istifası istenecek başka Ak Partili belediye başkanı olup olmadığı sorusuna “Ak Parti’nin üzerinde durduğunuz yeter. Biraz da başka yerlere gidin” yanıtını verdi. Erdoğan, diğer partilerin kendi sorunlu belediyelerine müdahale etmemesi halinde gerekenin yapılacağını belirtti
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, diğer partilerin yönetimindeki sorunlu bazı belediyelerle ilgili olarak “İlgili partiler problemi kendileri çözmek isterlerse zaten gereğini yaparlar. Aksi takdirde İçişleri Bakanlığımızın mülkiye müfettişleri devreye girmek durumunda kalabilir. Bütün belediyeler inceleniyor, takip ediliyor” mesajını verdi. Erdoğan, bürokrasiye yönelik bir adım atılıp atılmayacağı konusunda ise “Bu 657 var olduğu sürece, bürokraside arzu edilen türden köklü düzenlemeler yapamazsınız. Gerçek manada düzenleme 657’nin tepeden tırnağa değiştirilmesiyle mümkün olabilir. O da tabii ki anayasa değişikliği yetkisi yapabilecek güçte olmakla mümkündür” dedi.
Azerbaycan dönüşü uçakta dış gelişmelere yönelik açıklamalarda da bulunan Cumhurbaşkanı, Kuzey Irak’ta peşmergenin tamamen devreden çıkacağını, sınır kapılarında sıkıntı olması halinde insani yardımların bölgeye İran
Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan liderleri dün bir trenin makinist mahallinde bir araya geldiler. Bu tren ADY Azerbaycan Demiryolları simgesini taşıyordu. Azerbaycan’ın Bakü limanından hareket ediyor; Tiflis yoluyla Kars’a gidiyordu.
Bu tren bugün Bakü’den hareket etti. Ama yakında, çok yakında Çin’in herhangi bir limanından hareket edecek. Bugün Kars’a gidiyor. Ama yarın herhangi bir Avrupa limanına, bir Avrupa başkentine gidiyor olacak. Nereden geçerek. Yavuz Sultan Selim Köprüsünden geçerek.
5 yıl önce, Washington’da, İstanbul’a bir demiryolu köprüsü yapılması gerektiğini Amerikalı yatırımcılara izah etmeye çalışan bir Türk ekonomiste, Amerikalı uzmanların nasıl alaycı sorular sorduğunu hatırlıyorum. Köprü inşaatı başladığında gazetelerde süren bu alaycılığın acımasız boyutlarını hatırlıyorum.
Şimdi, lüks yolcu treninin levyesini bir tren makinisti ustalığıyla ileri doğru iten Erdoğan’ın Avrupa’nın en uzun, dünyanın en geniş köprüsüne neden bir de demiryolu hattı eklettirdiği bu trenin nereden gelip nereye gittiğini tasavvur ettiğinizde çok daha “yahşi başa düşüyor.”
Başa düşmek, Azerbaycan Türkçesinde anlamak demek.
Tören kürsüsünün videosun daha iyi çekmek isteyen genç kameramana
İbn Haldun, bundan 400 yıl önce, “devlet kurmak istiyorsan önce, senin yönetiminin adalet üzerine inşa edileceğine inanan bir halk bulmak ve bu halkın sağlam bir ekonomik düzeni olması, bu ekonomiyle güçlü bir ordu oluşturulması gerektiğini” söylüyor. Kuracağın devleti bu “ordu-ekonomi-adalet” halkası ayakta tutacaktır...
Şu anda biri Akdeniz’in batısında, diğeri doğusunda, iki bölgede devlet kurma çabaları görüyoruz. Bu kriterlerle baktığımız zaman Kuzey Irak’taki Kürdistan ve İspanya’nın Katalonya özerk bölgeleri arasındaki benzerlikler burada bitiyor. Çünkü Katalonya kurulur ve İspanya ile arasına sınır telleri, gümrük ve pasaport binaları dikerse, ne İspanya batar, ne Katalonlar bir süre sonra perişan olur. İberik yarımadasının üzerinde iki devlet yerine üç devlet olmuş olur ve bir süre sonra turistler İspanya’dan Katalonya’ya geçtiklerini bile fark etmezler. Başkenti Barselona ve yüzölçümü tam Konya kadar olan bu devletçik, uzun bir deniz sınırı, mükemmel havaalanı ve yüksek bir turizm geliriyle çok kısa süre sonra Avrupa Birliği’ne üye bile olur. AB’nin ve ABD’nin Katalonya’yı bağımsız devlet olarak tanımayacaklarını açıklamaları, bu ayrılık rüzgarının kendi topraklarında
Dimitris Konstan-takopoulos, Yunanistan’da, Katehon düşünce kuruluşunun Amerikalı neoconlardan nefret eden bir uzmanıdır. Zaman zaman yazılarına “Türk-Yunan Savaşı başlıyor mu?” gibi başlıklar atsa da okuyunca görürsünüz ki bu biraz ilgi çekme (ve belki de biraz uzo sebebiyle) yapılmış bir heyecan unsurudur; yoksa kendisi, uzun yıllar Türkiye, Yunanistan gibi dairelere bakan ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland’ın Atina gezisinde bile komplo arayacak kadar hassastır. Bunu iğnelemek maksadıyla söylemiyorum; AB hakkında “F**k the E.U!” diyecek kadar haddini bilmeyen ve kocası Neo-Conservatizm’in kurucularından Robert Kagan olan birisi hakkında kuşku normaldir. Hele ülkeniz Amerika’nın yaptırdığı darbelerden Türkiye kadar muzdarip Yunanistan ise.
Dimitri’nin son yazısı, herhangi bir Yunan aydınının içinde bulunduğu çıkmazı gözler önüne seriyor. Atatürk’ün “Bütün tersanelerine girilmiş, ... memleketin her köşesi işgal edilmiş ...” diye tanımladığı durum, şu anda Yunanistan açısından mecazen değil, fiilen gerçekleşmiş bulunuyor. Dimitri, “Bütün Yunan malları Almanya’ya, bütün iktidar da Amerika’ya” başlıklı yazısında, Türkiye’nin askeri gücüyle mukayese bile edilemeyeceğini
ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası sadece Türkiye’ye değil, ama bütün Avrupa’ya önerdiği ittifak, algılara dayanıyordu ve bu algıları “Rus korkusu” denilen Sovyet Yayılmacılığı Teorisi oluşturuyordu. Sovyetler Birliği, giriştiği ittifaklar kurma ve toprak ilhak etme siyasetiyle bu korkuyu başlatmıştı. Ancak bu algıların hiçbiri Türkiye’ye yönelik olanı kadar dehşetli değildi: “Ruslar, Kars-Ardahan dahil Doğu Anadolu’da toprak ve Boğazlarda üs istiyorlardı.”
Hala, bugün bile TV’lerde bu talebin gerçek olduğu, Stalin’in Türkiye’den altı ili istediği söyleniyor. KPSS sınavlarında bile, 1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşması’yla Osmanlı Devleti’nin Erzurum, Van, Mamüretü’l Aziz (Elazığ), Diyarbekir, Sivas ve Bitlis üzerindeki egemenlik haklarının tanındığına ilişkin soru var. 1918 Mondros ateşkesinde bu illerden “Ermeni Vilayetleri” diye söz edildiğini biliyoruz. Dolayısıyla Türkiye’yi 1946’da NATO ittifakına “çekmek” çok kolay olmuştu.
Rahmetli Prof. Fahir Armaoğlu’na göre bu tehdit ciddi idi ve Rusya’nın 1878’den beri Türkiye üzerinde toprak emelleri vardı. Prof. Oral Sander de “Siyasi Tarih” isimli eserinde 1945’de Sovyetler Birliği’nin 1925 tarihli Dostluk ve Saldırmazlık