Amerika’yı yöneten askeri cuntanın bir numaralı adamı, Savunma Bakanı (“Kuduz Köpek”) James Mattis, YPG’nin DAEŞ’ten ele geçirilen Suriye topraklarının tekrar DAEŞ teröristlerinin eline geçme ihtimali bulunduğunu öne sürerek, bunu önlemek için PKK teröristleri ile işbirliği yapmaya devam edeceklerini söyledi. Başkan Trump’ın istediği ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ifade ettiği gibi, mevcut kargaşaya kesin bir son vererek, YPG’nin silahlandırılmasını durduracakları ve verilen silahları geri alacakları açıklaması beklenirken, ABD Savunma Bakanlığı, bunu yapmamak için adeta sebep icat ediyor.
Hafta sonunda Kahire’ye giderken uçakta gazetelerle konuşan Mattis, Reuters’a göre, silah sevkiyatının durduğuna dair bir şey söylemedi. Mattis, “YPG silahlandırıldı ve koalisyon kuvvetleri saldırı operasyonları durdu, o zaman belli ki buna ihtiyacınız yok; güvenliğe ihtiyacınız var,
polis güçlerine ihtiyaç var, ki bunlar yerel güçlerdir, bunlar DAEŞ’in geri gelmeyeceğinden emin olmayı sağlayacak kişilerdir” dedi.
Şimdi bu kafası-gözü yarılmış ifadeyi, dikkatle ve özenle tercüme ediyorum. Nasıl okursanız okuyun, bu ifadenin tek anlamı vardır; bir bakanın, kendisini o makama getiren kişinin ağzına
Başkan Donald Trump’ın PKK’nın Suriye türevleriyle iş birliğine son vereceği açıklaması üzerine yazılanların hemen hepsinde iyimserlik, ama ondan önce ihtiyat seziliyordu. Nitekim Trump’ın sözlerinin mürekkebi kurumadan, onu başkan olarak hiçe sayan derin Amerika (benim tercih ettiğim terimle, NeoCon’lar) çirkin kafasını kaldırdı ve bu açıklamayı reddetti.
Bu ilk kez olmuyor. Trump, ülkemizde çok beğenilmeyen bir açıklama yapmış ve İsrail’deki ABD elçiliğinin Kudüs’e taşınacağını söylemişti. Bu açıklamanın İsrail’de oluşturduğu bayram havası henüz sona ermeden, ABD Dışişleri Bakanlığı bir açıklama yaparak böyle bir şeyin asla söz konusu olmadığını, bakanlığın böyle bir hazırlığının bulunmadığını bildirdi. Aynen Savunma Bakanlığı’nın YPG ile ittifak ilişkisinin devam edeceğini açıklaması gibi. Yani bir hafta içinde ABD hükümetinin Savunma ve Dışişleri gibi iki önemli bakanlığı, ABD Başkanı’na, “Yanılıyor... Gerçek öyle değil. O bilmiyor; biz biliyoruz. Başkan yalan söylüyor... İşin doğrusu şudur...” dedi.
Hafta başında, gördüğümüzü sandığımız şeyin gerçekten görmeye çalıştığımız şey olup olmadığını bilmek gerektiğini, “Amerika” derken “Hangi Amerika?” sorusunu sormanın
Bu soruyu ilk kez Attila İlhan sormuştu “Hangi Batı” adlı kitabını yazarak. Konusu da, sorusunun bağlamı da tamamen farklıydı. Ancak bu soru, 1972’den bu yana, siyasal yapılarda baktığımız yerde olanla, gördüğümüz veya görmek istediğimiz arasında fark olduğunu idrak etmemizi sağladı.
Analoji burada bitmiyor. Söz gelimi, biz Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Ankara’ya baktığımızda çoğu zaman devrimci, hatta Sovyetlerin etkisinde bir sol milliyetçilik gördüğümüzü zannederiz. Oysa yeni devletin ilk yıllarından itibaren siyasal oluşumu sağlayan, Attila İlhan’ın deyimiyle, Babıali’nin savaş yeteneğini yitirmiş köhne kadroları idi. Bir Avrupalı veya Asyalı, o sırada Türkiye diye anılmaya başlayan oluşuma bakıp, “Hangi Türkiye?” diye sorabilirdi. Bu sorunun cevabını vermek, o sırada çok kolay olmazdı.
Aynı şeyi bugün Amerika için söyleyebiliriz ve soracağımız “Hangi Amerika?” sorusuna çok kolay cevap bulamayız.
Her şeyden önce bir Liberal-Sol-İlerici amalgamından oluşan Demokrat Amerika, İsrail’i de, Müslüman dünyasının lideri olarak gördükleri Türkiye’yi de çok sevemeyen Demokrat Partili kuruluş, kurum, birlik, dahili yapı anlamına kullana geldiğimiz Demokrat “establishment” var. Bu grubun
Üçlü zirveden sonra yine Soçi’de Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’nin toplanacağını, bu kongreye Suriye’deki tüm kesimlerin davetinin öngörüldüğünü belirten Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin PYD/YPG gibi terör örgütlerinin katılmaması konusundaki tavrının net olduğunu vurguladı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Soçi’deki Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile gerçekleştirdiği üçlü zirveyi dönüş yolunda değerlendirdi. “Suriye’nin toprak bütünlüğü ve siyasi birliği konusunda mutabakatımız var. Temel amacımız, Suriye halkının kabul edeceği kalıcı ve muteber bir siyasi bir çözümdür” diyen Cumhurbaşkanı, düzenlenecek Suriye ulusal kongresine kimlerin davet edileceğine üç ülkenin karar vereceğinin altını çizdi. Hazırlık çalışmalarının ve zirvenin şahıs değil, çözüm odaklı olduğunu vurgulayan Erdoğan, “Kongreye tüm kesimlerin davet edilmesini öngörüyoruz. Arkadaşlarımız çalışmaları olgunlaştıracaklar. PYD/YPG gibi terör örgütleri konusundaki tavrımız kesin. Burada iki ana hedef var; birincisi yeni Anayasa, ikinci hedef ise BM gözetimde adil ve şeffaf olarak seçime gidilmesidir” dedi. Ankara Şam arasında arabulucularla da olsa an itibariyle bir
Biz NATO’nun -tabirimi bağışlayın- uyduruk tatbikat simülasyonlarında Atatürk ve Erdoğan’ın şahsında Türkiye’yi hedef alan komployla meşgulken, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Avrupa liderlerine bir uyarı mesajı veriyordu: Bir Rus işgaline hazır mısınız?
Bu seferki Rus işgali, Türkiye’nin altı vilayetini işgal ve boğazlarda üs edinmenin ötesinde, Kırım’ın ilhakı, Ukrayna’ya ve Gürcistan’da Güney Osetya ve Abhazya bölgelerine müdahale gibi yakın zamanlardaki Rus emel ve eylemlerini aşan bir nitelik taşıyor. Rusya, NATO genel sekreterine göre, bütün dünya için bir tehdit oluşturuyor.
Tabii çıtayı yükseltmek gerekiyor çünkü Türklerin “daha dün denilecek bir zamanda Yeşilköy’e kadar gelmiş olan Rusların ne denli düşman olduğunu unutmaları” gibi, Avrupalılar Ukrayna olaylarını unuttular; Kırım’ı Rusya’nın toprakları arasında saymaya başladılar. Dışarıda Stoltenberg, “Dünyanın bir önceki kuşaktan bu yana, en tehlikeli dönemi yaşadığını”, bu tehlikenin “Rus işgali” ihtimalinden kaynaklandığını söylerken, içeride gazetelerimiz bu tehlikenin Türkiye için anlamını halkımızın iyi kavramasına yardımcı olmak üzere, Ruslarla 93 Harbi’nden tutun, Ayastefanos (Yeşilköy) Rus işgal anıtına
Toplumsal hafıza da bireylerin belleği gibi çalışır... Belirli bir “bilgi edinme” yükünün üzerine çıkıldığında, “bilgi işleme” süreci durur ve toplumlar da tıpkı birey gibi sloganlara, gereksiz genellemelere, mitlere ve hatta gerçekliği olmayan söylemlere sığınmaya, yeni yeni söylemler uydurmaya sığınır. “Sığınır”, çünkü aşırı bilgi baskısı bireylerin, (toplumların bilgi edinme sürecine giren-çıkan ögelerin kapı bekçiliğini yapan) gazete yazarların, TV yorumcuları gibi uzmanlarımızın, (giderek yayılan terimle) “fikri önder” denilen kişilerimizin, Ziya Paşa’nın “İdrak-i maali” (karmaşık ve yüksek fikirleri anlama becerisi) dediği akıllar, ne kadar geniş olursa olsun, belirli bir ağırlığı çekebiliyor...
Son bir hafta içinde üst üste gelen o kadar çok doğru-eğri bilgi kümelenmesi oldu ki, bu sloganlara sığınma çabalarında da olağanüstü artış görüldü. NATO’nun, böyle bir komplo olmasaydı, hiçbirimizin yapıldığının bile farkında olmayacağı bir tatbikat gösterisi (simülasyonu), bir anda Türkiye’nin NATO üyeliğini sorgulatan bir çığıra sebep olabildi.
Cumhurbaşkanı ve hükumetin bu tatbikata katılan Türkiye kontenjanını çekmesi, eylem alanında da, söylem alanında verilecek yanıtın tamamı
Komplo teoricilerinin bayram yapacağı günlerden geçiyoruz. ABD’nin sizin bir an önce kral olmanızı desteklemesi için, İsrail’in güvenliğini artırmaya katkıda bulunmanız gerekiyorsa ve bunun yolu Hizbullah’ı zayıflatmaktan ve nihayet bölgeden tamamen uzaklaştırmaktan geçiyorsa ilk işiniz ne olmalıdır?
Lübnan Başbakanı Saad Hariri’yi kaçırıp, beş değil 15 yıldızlı bir sarayda ev hapsine koyup elinden görevinden istifa ettiğine dair bir mektup almaktır. Bu bir ilk adım olarak Lübnan’ı karıştırmaya yeter ama sizi tam istediğiniz noktaya da getirmez. İstediğiniz noktaya gelmesi için Lübnan’da Hariri ailesi ve onların kontrolündeki Gelecek (El Müstakbel) Partisi ile bu ülkenin siyasetinde söz sahibi ikinci güç olan Hizbullah’ın arasını açmak gerekir. Şu iyi bir açılım sağlayabilir sizin için: İstifa ettirdiğiniz Saad’ın yerine kardeşi Bahaddin’i tayin edersiniz. “Bunu yapmazsanız, bütün Körfez ülkeleri ile Lübnan’a ambargo koyarım” dersiniz. Bahaddin’i hiç sevmeyen Hizbullah, bu tayini kabul etmez. Ambargo Lübnan’ı o kadar yıpratır ki Lübnan halkı Hizbullah ile yollarını ayırır. Böylece Hizbullah, sadece Lübnan’dan değil, Ürdün’den ve sonunda Suriye’den kovulmuş olur. Bu aynı zamanda
Ben “Orta-doğu’nun en tehlikeli savaşı” ifadesini az bulur, “Acaba dünyanın en tehlikeli savaşı mı deseydim?” diye düşünürken, bu başlık bile bir çok okuru ve sosyal ağ takipçisini tedirgin etmiş görünüyor. “Tehlike” şuradan kaynaklanıyor: İran, İsrail’i yeryüzünden silmeye ahdetmiş bir ülke ve halâ hiç kimse nükleer silah üretme aşamasına gelip gelmediğinden emin değil. İsrail yeni soyunduğu sünni dünyasını savunma liderliği konumunun verdiği sahte özgüvenle elindeki nükleer silahlardan birini Tahran veya İsfahan gibi bir noktaya bırakacak olursa, bu önce bölgesel, sonra küresel bir toplu kıyama dönüşebilir. Bu kıyamdan geriye ne kalır, kimse bilemez.
Ama bu tehlikeyi savuşturmak için son dört-beş gün içinde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım’ın yurtdışı temaslarından tutun, Putin-Trump görüşmesine, Emmanuel Macron’un Körfez turuna kadar, bir çok uluslararası çaba gösterildi. Görünen o ki, dünya, ne içerdeki baş ağrılarından kurtulmak için dış macera arayan Netanyahu’nun, ne de ülkesinde sona erdirdiği konsensüs rejiminin depremini savuşturmak için Netanyahu ile aynı yatağa girmeye razı Emin Muhammed bin Selman’ın hırsına yenik düşmeyecek. Bunun yerine,