Amerika’da 1955 yılında Yale mezunu olmaktan başka sermayesi olmayan bir genç, National Review adında bir dergi yayımlamaya başladı. William F. Buckley ismindeki bu genç, derginin “amaç ve misyon” belgesi olarak kaleme aldığı makalede, birçok iddianın yanı sıra, dergisinin Amerika’daki “sorumsuz sağ” akımların ciddi bir birikim sağladığı zamanda yayın hayatına atıldığını belirtiyor; amacının “Tarihin yolunu kesip, ‘Dur’ diye bağırmak olduğunu” ifade ediyordu. Bu ifade, bana ilk okuduğumdan beni hep Necip Fazıl’ın “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak/Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak…” dizelerini çağrıştırır: “Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden/Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden...”
Buckley 2008’de vefat etti ama dergisi kısmen de olsa sorumsuz sağ akımlara karşı tutumunu sürdürdü. 1950’ler, ABD’de henüz Nazizm’in fikren ve hatta örgütsel olarak yaşadığı yıllardı. Ta 1958’de, Başkan Dwight Eisenhower üzerinde Musevi lobisinin etkisine karşı çıkmak için Amerikan Nazileri kollarında gamalı haçlarla gösteri yapıyorlar ve üzerinde “Save IKE from Kikes” yazabiliyorlardı (IKE, “Eisenhower” ailesine kasabalarında verilen kısa ad; Kike ise Musevilere ağza alınmayacak
ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence ve onu takiben Başkan Donald Trump, el altından tarih ve saat vererek, terörizm iddiasıyla yargılanan rahip Andrew Brunson’ın serbest bırakılmaması halinde “çok geniş kapsamlı yaptırımlar uygulanacağı” tehdidini birer birer gerçekleştirmeye başladı.
Adalet ve İçişleri bakanlarının ABD’de hiçbir mallarının olmaması, ilk açıklanan “yaptırım” kararının anlamsız kalmasına sebep oldu. Bu arada ister doğal sebeplerle ister spekülasyon amacıyla olsun, dolar arayan Türklere, yabancı kaynakların giderek artan fiyatlardan dolar satması da bir tür yaptırım olarak görülebilir. Ancak alınan-satılan doların devede kulak nispetinde olması sebebiyle - televizyonların “son dakika” kuşaklarında giderek yükselen dolar fiyatı her ne kadar sosyal medyada yankı buluyorsa da - bankalar ve kambiyo kuruluşları nezdinde bir heyecana yol açmadı.
Ek vergilere gelince: Alüminyum o ölçüde değilse bile, çelik, Türkiye’nin ABD’ye başlıca yarı mamul madde ihracat listesinde önemli bir yer tutuyordu. Geçen yılın aynı döneminde 1 milyon ton çelik ihraç etmişken, Trump’ın Amerikan ekonomisini kurtarmak amacıyla yılbaşında koyduğu ek vergilere Türk çeliğini de eklemesi sebebiyle zaten
Demokrasi kuramı açısından baktığımızda seçimler belki her şey demek değil, çoğulculuğu garanti etmek için daha birçok başka süreç var; ayrıca seçimlerde rekabeti sağlamak için yapılması gerekenler var. Yani seçim deyince her şey bitmiyor!
Bitmiyor, lakin... Yine de seçim çok çok çok önemli demokrasilerde. Hele seçime bir fikir, ülkeyi iliklerine kadar ilgilendiren bir harekete vücut veren devrimci nitelikte bir fikir çerçevesinde örgütlenerek değil de “Onlar değil de biz kazanalım” gibi gevşek bir tutum çevresinde “Gemisini kurtaran kaptan!” ideolojisinden başka bir kaygısı olmayan insanların girdiği seçimlerde kazanmak tek ölçü. Kazanmak için her şey mubah.
O kadar ki iki hafta önce 20’den fazla Avrupalı lideri kendi tabirinle “atlatıp”, yanından ayrılmadığın bir liderin ülkesine, iki bakanına yaptırım uygulama kararı almak bile, mubah. Evet, bu bakanları dikkatle seçip, onlara ve ülkeye fazla (hatta hiç) zarar vermeyecek bir hassasiyet gösterebilirsin ama yine de bu ülkenin ulusal kültürü, böyle ambargo, yaptırım, tedbir uygulamak gibi kabadayılıklara geçit vermeyecek bir birikim içerebilir ve ne kadar dikkatle de seçsen, bu ülkedeki Amerikan aleyhtarlığına tavan yaptırtabilirsin.
İnsanın inanası gelmiyor; ortada 52 ülkeyi içine alabilecek, (Kanada Los Angeles, Fransa, Teksas kadar alana sahip!) ulusal geliri dünyanın tüm gelirinin yüzde 25’i!.. Dünyadaki en büyük, en zengin, en değerli, en çok öğrencisi olan 100 üniversitesinin 61’ine sahip bir ülke ABD. Ama başka bir ülkenin yargı sürecini durdurup, sanık olarak yargılanan vatandaşını geri isteme hakkına sahip
olduğunu sanıyor...
Ki bu sanık, meselesi böylesine siyasal bir sorun haline getirilmemiş olsa idi herhAlde ilk duruşmasında tamamen tutuksuz yargılanabilecek ve hatta belki de beraat edecekti. Rahip Brunson’u PKK’lı teröristlerle ve bilinen FETÖ’cülerle temas ediyor diye ihbar eden, kendi tercümanıdır (23 yıldır Türkiye’de oturup da nasıl Türkçe öğrenmez insan?)... polisin ihbarı doğrulama çalışmasını mahkeme değerlendirecektir. Tutuklandığı tarihe bakılırsa, bu kişi “Daha sonra filanca ile takas ederiz” gibi düşünce ile de yakalanmamıştır. Tersine, Halkbank eski genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla, Rahip Brunson ile takas edilmek üzere tutuklanmış görünüyor. Yoksa davanın ilk sanığı Reza Zarrab’ın tutuklanmasından sonra defalarca ABD’ye girmiş-çıkmış bir iş adamı neden tutuklansın?
Bu dev
Başkan Donald Trump’ın kabinesi, iki grup bakandan oluşuyor: Trump’ın hayranları ve yetişkinler. Bu ikinci grubun başlıca görevi, Trump’ın “çocukluklarını” düzeltmek, kötü etkilerini hafifletmek, tabir yerindeyse Trump’ın kırıp döktüğünü onarmak.
Bu ekibin gelmiş-geçmiş üyeleri arasında kimler yoktu ki? Ulusal güvenlik alanında Michael Flynn, Keith Kellogg, H. R. McMaster, Dışişleri Bakanı olarak Rex Tillerson, Beyaz Saray Genel Sekreteri olarak Reince Priebus ve birçok diğerleri... Bu kişiler arasında Trump’ı düzeltme işini abartan oldu ve tabii bunlar anında atıldı. Trump’ı gerektiği kadar ve uygun bir üslupla düzeltenlerin başında adalet ve savunma bakanları var.
Savunma Bakanı Jim Mattis, (halen Suriye siyasetini uygulamakla görevli Orgeneral Joseph Votel’in komutasındaki) Merkezi Kuvvetler Komutanlığı’ndan emekli olmuş, ABD’nin Afganistan ve Irak operasyonlarını yönetmiş bir eski asker. Irak savaşı sırasında, 1 Mart 2003 tezkeresi sırasında Türkiye’nin tutumunu eleştirdiği söylenen, ama bir asker olarak siyasete burnunu sokmamış olan Mattis, bu sırada bir şeyi çok iyi öğrenmişti: Türkiye, bölgede ABD’nin güvenebileceği tek ciddî müttefiktir. Mattis birçok demecinde, ülkesinin
Nasıl bir çılgınlık? Mesela İran’a, hem de Tahran’ın merkezine çok güçlü, nükleer değilse bile radyasyon yaydığı bilinen, kısaca “Kirli Bomba” diye adlandırılan (radiological dispersal device - RDD) bir silahla saldırmak gibi... Ya da Yemen’deki vekalet savaşında, vekil Suudileri aradan çıkartıp doğrudan Amerikan deniz piyadelerini göndermek gibi... Gönderebilir mi?
Yani Vietnam’dan beri var olan, Afganistan ve Irak ile pekişen “evlatlarımızı savaşlara sürmeme” diye özetlenebilecek kamuoyu kararlılığını göz ardı edebilir mi? Peki Türkiye gibi, askeri açıdan ittifakı elzem bir NATO üyesine ambargolar ilan edebilir mi?
İki yıldır zenginlerden daha az vergi alma ve ihracat işlemlerinde bakanlık bürokrasilerinin kırtasiyeciliğine son verme gibi önlemlerle, ekonomide sağlanan büyümenin verdiği “sözünü tutan başkan” havası... Kasım’daki Senato üçte bir yenileme ve Temsilciler Meclisi seçimlerini kazanacağına dair kamuoyu yoklamalarının verdiği “siyasetten anlayan lider” havası...
Ancak tüm bunlara rağmen seçimlerde Demokratlar bir-iki sandalye ile dahi çoğunluğu elde ederlerse, kendisini azil davasında yargı önünde bulma olasılığının nerede ise yüzde 100 olması dikkate alınırsa, Trump bir
Yassu kardeşim... Şimdi sen bu “kardeşim” lafından da huylanırsın. Ecevit’in kullandığı gibi kullanmıyorum, merak etme. Biz iyi komşu idik Küçük Asya’da; biz size hâlâ dostuz.
Geçenlerde Mudanya yakınlarında Trilye’de idik. Sizinkilerin oradan zorla göçürtüldüğünde geride bıraktıkları nefis kilimleri bulduk. Yıllar önce yaptığımız bir Atina gezisini hatırladık. Metin Toker, Sami Kohen, Oktay Ekşi ve Nazlı Ilıcak vardı. Uluslararası Basın Enstitüsü toplantısına gelmiştik.
Önce başın sağ olsun... Allah başka keder vermesin. Yaralananlara acil şifalar dileriz. Gazeteler orman yangını haberini “Yunanistan’da felaket” başlığıyla verdi. Ama ben sana asıl felaketi söyleyeyim mi? Senin seçtiğin siyasetçiler! Evet, o ahmaklar.
Atina çevresindeki orman yangınında millet cayır cayır yanıp kavrulurken, bizim, yani Türkiye’nin yardım teklifini kabul etmedi o ahmaklar. Amerika’dan, İspanya’dan yardım istediler, Brüksel’den yardım istediler ama Atina’ya bir Yunan kentinden daha yakın olan Edirne’den, İstanbul’dan yardım istemediler. Başkanımız Başbakanınıza yardım önerdi; onu da geri çevirdiler. Neden Yorgo?
Bizde orman yangını çok oluyor biliyorsun. Arazi geniş; sıcaklar bastırdığı zaman çamlar
Türkiye, uluslararası bir konuda ağzını açmaya görsün... Sayın İbrahim Kalın bir konuda iki cümle etsin veya bir yazı yazsın... Okyanusun öte tarafında bir koro ayağa kalkıyor, ağzına geleni söylüyor. Bunu bilimsel ciddiyetle, üzerinde düşünmeye teşvik eden bir üslupla yapsa, neyse...
İsrail parlamentosu, geçen hafta, ülkenin Musevilik temelinde bir ulus-devlet olduğunu; ana dilinin İbranice’den ibaret bulunduğunu vs. belirten bir yasayı 55’e 62 oyla, yani 7 oy fazlasıyla kabul etti. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç siyaset açısından dinsel ve ulusal gösterilere ihtiyacı var. Karısı ve oğlu, çeşitli skandallarla Netanyahu’nun koltuğunu sarsıyorlar. Polis kuvvetiyle iki-üç yıldır süren çekişmesi de, kendisini azil davasının eşiğine getirmiş vaziyette. Dolayısıyla yasanın İsrail’i bütün Musevilerin anavatanı ilan etmesi, Netahyahu’nun, bu dinci-milliyetçi perendeleri uluslararası alanda atmaya başladığının göstergesi oldu...
ABD’den İsrail’e, Avrupa ülkelerinin neredeyse tamamı, bu yasanın hemen her maddesini eleştirdi. Başkan Erdoğan, sözcüsü ve Dışişleri Bakanlığı bu yasayı kınadılar, özellikle İsrail nüfusunun yüzde 20’sini oluşturan Arap halkın ikinci sınıf vatandaş