Diplomasi, icat edildiğinden bu yana, ABD Başkanı Donald Trump’ın hafta başında Helsinki’de. Putin’le görüşmesinden sonra yaptığı açıklama gibisini görmedi. Trump, kendi ülkesinin istihbarat örgütleri, ulusal güvenlik birimleri ve Kongre’nin istihbarat komisyonu raporlarına karşı Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’i öyle bir savundu ki, Kongre’de en katı Trump yanlısı olarak bilinen senatörler ve milletvekilleri bile “Bu olmaz artık” dediler.
Bu siyasetçiler arasında Temsilciler Meclisi Başkanı Paul Ryan, yıllarca istihbarat ve askerî hizmetler komisyonları başkanlığı yapmış John McCain, halen bu komisyonların başkanı veya üyesi olan kişiler de var.
Trump daha önce de bu siyasetçileri öfkelendirdi. Ancak Trump’ın, ABD istihbarat örgütleri ile ulusal güvenlik kurumlarını sözüne itibar açısından bir başka ülkenin devlet başkanı ile eşit tutan ifadeleri, bu kez, meseleyi siyasî olmaktan çıkartıyor ve kurumsal hale getiriyor.
Konu, bilindiği gibi, 2016 seçimlerini Demokrat aday Hillary Clinton’ın kaybetmesi ve Trump’ın kazanması için, bilgisayar korsanlığı teknikleri ile Demokratların hazırlıklarını Rusya’nın öğrenip Trump’a haber vermesinden, Hillary’ye oy verebilecek kişilere yönelik
15 Temmuz gecesinin dönüm noktası, Başkan Erdoğan’ın (biraz emtia reklamı olacak ama) Facetime yazılımı ile, bulunduğu binaya baskın için hazırlık yapma ihtimali olan dışarıdaki darbeci timlere karşı, kısmen karartılmış bir binadan CNN Türk televizyonuna, kurumun gazetecilerinden Hande Fırat’ın girişimiyle başlatılan yayını oldu. O anı hatırlayanların belliğinde kalan, bir rahatlama, bir korkudan kurtulma, bir ferahlama olsa gerek.
Bunu hiç çekinmeden söylüyorum, çünkü varsayıyorum ki demokratik yollarla seçilmiş bir hükumetin seçimden başka bir yolla devrilmesi, söz konusu hükumeti beğensin-beğenmesin, desteklesin-desteklemesin, kendisini çağdaş sayan herkesin reddedeceği bir durumdur.
Bu demokratlık sınavıdır; bu uygarlık sınavıdır...
Ne var ki, başka BBC olmak üzere Avrupa ve Amerika basını, yani dünyaya gazetecilik öğretme iddiasında olan batı basını, bu sınavda, yüzüstü düşmüş, rezil olmuş vaziyettedir. BBC, bu dönüm noktası Facetime yayına bakıp, bunu bir demokratın düşünmesi, söylemesi gereken şeyi yani Türk halkının seçilmiş liderinin önderliğinde, anti-demokrat güçlere karşı direnmesi olarak sunacağına, Erdoğan’ın elektrikten bile mahrum bulunduğu bir yerde, çaresiz bir
Trump’ın işlerini, sosyal medya ile dünya kamuoyu önünde ne diplomatik nezaket ve ne de ulusal-uluslararası güvenlik kaygısı taşımadan uyguladığı yönetim tarzı bir yerden patlak verecek; eğer dün NATO zirvesinde vermedi ise...
Başkan Erdoğan’ın yeni dış politika ve savunma ekibiyle katıldığı bu zirvenin kapalı kapılar ardında kalan bölümünde çok sert tartışmalar olduğu tahmin edilebilir. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ile dünyanın bugüne kadar tanık olmadığı sertlikteki atışmalarından sonra, ittifakın yeni karargâhının açılışı kuşkusuz herkes için zehir oldu.
Doğu Avrupa ülkelerinin birbiri ardına alınmasıyla mevcudu 29’a çıkmış olan NATO güya bir savunma ittifakı! Oysa ittifakın Avrupalı üyeleri ile en büyük üyesi ABD arasında Trump’ın başkan olduğu Ocak 2017’den bu yana adeta savaş var. Trump, kapalı-açık her toplantıda ve hemen her hafta sosyal medyada çirkin bir savaş sürdürüyor. Trump, Avrupa ülkelerini NATO anlaşmasında öngörülen yüzde 2’lik savunma bütçesi şartına uymadıkları için bulunabilecek en çirkin sıfatların layık olduğu bir üslupla, kınıyor.
Doğrudur; İngiltere, Yunanistan, Letonya, Estonya, Polonya, Litvanya ve Romanya dışındaki üyeler yüzde 2 kotasını
Bugün, Türkiye’de yönetim sistemi değişiyor: Cumhuriyet rejimi içinde, parlamenter hükumet sistemi yerine başkanlık yönetim sistemi başlıyor. Bu sistemin, yasama, yürütme ve yargı erklerinin icracıları itibariyle birbirinden ayrılması ilkesine ne kadar uyumlu olduğu, eski Helen kent-devletlerinden bu yana demokrasi teorisinin ana konularından biridir. M.S. 622 yılında yapılan Medine Sözleşmesi’nin yorumları ile, İslam uygarlığında da aynı konu tartışılmaya başlanmıştır.
Demokratik bir yönetim için cumhuriyet, olmazsa olmaz bir rejim sayılıyorken 18-19’ncu yüzyıllardaki tartışmalarda parlamenter sistem, demokrasinin temel şartı olarak ileri sürüldü. İlerleyen zamanla demokrasinin şartı olarak ne rejim ne de sistem değil, güçler ayrılığının icrasında ayrı birimlerin oluşması anlayışı hâkim oldu; rejim ve hükumet sistemlerinin sadece ülkelerin gelenekleri ile ilgili bir etkinlik sağlama meselesi olduğu görüldü. Yani bir krallık da, bir parlamenter sistem de, sonuçta bir cumhuriyet ve bir başkanlık kadar demokratik olabilir.
Güçler ayrılığının demokratik yönetime garanti sağladığı tartışmasız kabul görse de, hala bazı yazarlar, düşünürler başkanlık sisteminin içinde mevcut yetkeci
"Ben sana vali olamaz- sın demedim, adam olamazsın dedim" diye biten sözün hikâyesi hâlâ geçerli ve hep geçerli kalacak.
Bu satırların yazarı, belki ilkokul sıralarında fotoğraf çekmeye başladığı için, basın hayatında da foto muhabirliğe çok meraklı oldu. Ara Güler’in uyardığı gibi, fotoğrafçı değil, foto-habercisi arkadaşlarımın çok foto-haberini sakladım; onların çalışmasına değer verdim, çabalarını kutlamaya ve ödüllendirmeye çalıştım.
Ünlü foto muhabiri Alan Diaz geride unutulmaz öyküler, fotoğraflar ve bir Pulitzer Ödülü bırakarak bu hafta hayata veda etti. Diaz’a Pulitzer kazandıran fotoğraf, savaş kıyafetleri içindeki Amerikan askerinin silahını doğrulttuğu 5 yaşındaki bir Kübalı çocuğun ve onu saklayan akrabasının yüzündeki korkuyu resmediyordu.
Hikâye, Nisan 2000’de uluslararası basını epeyce meşgul etmişti. 5 yaşındaki Elian Gonzales, birkaç ay önce Fort Lauderdale açıklarında, bir otomobil iç lastiğine tutunmuş olarak bulunmuştu. Bu, Kübalıların ABD’ye kaçak yollarla girme yöntemlerinden biriydi. ABD karasularına girmeden şişme lastikler, deniz yatakları ve otomobil iç lastikleriyle denize açılıyorlar ve ABD sahil koruma gemileri tarafından kurtarılıyorlardı. Ne var ki
Biz iç siyasetle, seçimle, kim istifa edecek, kim kalacak sorularıyla uğraşırken Suriye yeniden ciddi bir kaosa yuvarlandı.
Rusya ve İran’la yaptığımız, Astana ve Soçi sürecinde kabul edilen çatışmaların yayılmasını önleme anlaşmasına göre Rusya’nın denetimine bırakılan Dera’da Beşar Esad’a bağlı birlikler yoğun saldırılara giriştiler, 200 bine yakın kadın, çocuk ve erkek, sınıra doğru kaçmaya başladı.
Dera ve ona komşu Suveyda illerinin bir açıdan çok önemi var. Beşar Esad’a karşı demokratik muhalefet bu illerde başladı, kısa zamanda ABD ve İsrail’in sağladığı silahlarla isyana dönüştü. (Bu isyancılar Özgür Suriye Ordusu genel adıyla biliniyor ve Suriye’nin kuzeyinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin müttefiki olarak PKK teröristlerine karşı yardımcı oluyor.)
Esad kuvvetlerinin karadan harekâtına Ruslar hava desteği sağlamakla birlikte, karadaki Rus subayları, Dera isyancıları ile sivil halkın tahliyesi konusunda görüşmeler yapıyorlar. İsrail ise Dera ve çevresinden kaçacak tahminen 200 bin mülteci için Suriye içinde çadır kentler kuruyor ve buraları karadan ve havadan koruyor.
Beşar Esad birliklerinin Dera’ya ulaşması, Şam çevresindeki isyancıların ve ailelerinin ya öldürülmüş ya da
Seçim yasakları ülke sınırları dışında geçerli olmadığı için, bütçesini İngiliz parlamen- tosunun sağladığı BBC, parasını ABD Kongre’sinden alan VOA ve Alman hükümetinin verdiği parayla yayın yapan DW, seçim günü dahi AK Parti aleyhtarı yayınlarına devam ettiler. Amerika’da yayımlanan ama uluslararası kapitalist ağın sözcüsü Wall Street Journal, belki de kendi tarihinde ilk defa, yabancı bir ülkenin seçmenine doğrudan seslenerek, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a oy verilmemesi çağrısında bulundu.
Bunu iyice abartan Alman dergileri, Türkçe ekler, sayfalar ve kapaklar yayımladılar. Daha ileri gidip, ülkelerini Türkiye’nin iç siyaset tartışmalarına sahne yapmak istemediklerini öne sürerek, AK Parti lider ve temsilcilerine ülkelerine girmeyi yasaklayan hükümetler de oldu. Bu arada HDP temsilcilerinin mitingleri bu ülkelerde serbestçe yapıldı. Türkiye seçmeni olan kişilerle buluşması engellenenlerin, aynı zamanda Türkiye hükumetini, bakanlıkları yöneten, Türk milletinin temsilcileri oldukları göz ardı edildi.
Ve bu ilk defa olmadı. Daha önceki seçimlerde de benzeri tutum ve davranışlar tekrarlandı.
Baktığınız zaman, bu yan tutuşta, bu AK Parti düşmanlığında, bu ülkeleri, siyasetçileri ve
Bu sütunlarda Attilâ İlhan’ın “Hangi Batı” kitabının adından hareketle, “Hangi Amerika?” diye sormuş ve çok sayıda Amerika’dan söz edebileceğimizi ifadeye çalışmıştım. Bu sorunun meşruluğu hiçbir zaman bu hafta olduğu kadar belirgin olmadı.
Bir tarafta dışişleri ve savunma operasyonları bütçesi suyunu çeken bir hükümet var. Müsteşarlar, meslekten gelen diplomatlar, genel müdürler, bakan yardımcılarının idare ettiği bu yapı çoktandır ABD’nin Afganistan, Irak ve Suriye politikalarının gözden geçirilmesini, artık bu ülkelerdeki doğrudan veya vekâlet savaşlarına ayıracak para kalmadığını bildiriyordu.
Başkan Trump bir süreden beri bu “Amerika’ya” meylediyordu. Nisanın başında yaptığı ve hemen akabinde Savunma Bakanlığı sözcüsü tarafından adeta yalanlanan açıklamasında Trump, “Suriye’den en hızlı şekilde çekileceğiz” demişti.
ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) mevcut Amerikalardan bir diğeri olup, George W. Bush zamanından bu yana, 17 yıldır, adeta kemikleşmiş bir “devlet içinde devlet” yapısı kazanmış bulunuyor. Gerçi her ülkede savunma oluşumları, kontrollerinde olan yatırım bütçelerinin büyüklüğü itibarıyla bir bürokratik imparatorluktur ama Pentagon, Başkan Bush zamanında eline düştüğü