Dün dünyanın İran’dan serbestçe petrol alabileceği son gündü. Yarın ise ABD’de ara seçimler var. Bu seçimlerin İran’a ambargoyu koyan ve ağırlaştırmak için elinden geleni yapan Trump ile doğrudan bir ilgisi yok. Seçimin ertesi günü kim kazanırsa kazansın Trump yine başkan olmaya devam ediyor olacak.
Ancak, şu anda hem Temsilciler Meclisi’nde hem de Senato’da azınlıkta olan Demokratlar çoğunluğu elde edecek olurlarsa, önümüzdeki bir ay içinde, belki de daha erken, Trump’ın “vatana ihanet, rüşvet veya diğer ağır suçlar ve kabahatler” sınıfından bir suçlama ile Senato’da yargılanması ve görevinden azledilmesi mümkün olacak. Suçlama Temsilciler Meclisi’nde yöneltiliyor ve oylamada bulunan üyelerin basit çoğunluğu ile kabul veya ret ediliyor. Kabul edilirse, Trump mahkeme görevini yapmak üzere Yüksek Mahkeme başkanının başkanlığında toplanacak olan Senato’da yargılanacak. Başkanın görevden azli için Senato’nun üçte iki çoğunluğu gerekiyor.
Demokratların halen 195 sandalyesi bulunan Temsilciler Meclisi’nde 218 sandalye kazanması, yani 23 yeni üyelik elde etmesi tamamen imkânsız değil. Böyle bir şey daha önce iki kez oldu. 2006’da örneğin George Bush’un ilk döneminde, demokratlar ara
Başkan Erdo- ğan’ın dünya liderlerine söylediği ama asıl Kral Selman ile krallıkta ondan aşağı kalmayan Başkan Trump’ın duyması gereken mesaj çok net: Canileri korumayın! Erdoğan’ın bu ifadesini yorumlayan tüm yazarlar, çoğul ekine rağmen, kastedilenin bir adet cani ve onun da Suudi veliahdı Muhammed bin Selman olduğunu belirtiyorlar. Bir ülkenin devlet-hükümet adamlarına yargı kararı olmadan bir suç atfetmek elbette söz konusu değil ve bu tür yorumlar sadece yazarını bağlar.
Türkiye ile Suudi Arabistan arasında, iki ülkenin de önem vermesi gereken tek ilişki, her yıl ortalama 2 milyon kişinin hac farizasını kolaylıkla, kalp huzuru ve güvenlik içinde yapmasını sağlamaktır. Suudi yönetiminin bu kutsal iki mabedin “hizmetkârı” sıfatını taşıması ve başka ülkelerdeki Arap ve öteki Müslümanların dayanağı olabilecek bir gelir kaynağının bu ülkeye nasip olmuş olması da Türkiye dâhil bütün İslam İşbirliği Teşkilatı üyeleri için önemli elbette. Ama Türkiye bu açılardan bakarak, Kaşıkçı cinayetinin soruşturmasında ve daha sonra yer alacak yargılama aşamasında adaletin tesisinden başka bir düşünceyle hareket edemez, etmiyor.
Oysa ABD için mesele öyle değil. Şimdi Trump, ondan önce de
Yazık... İstanbul’da düzenlenen Dörtlü Suriye Zirvesi’nde Başkan Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Almanya Başbakanı Angela Merkel Suriye’den yola çıkarak, Orta Doğu’da sadece askerî değil ama siyasî çözümler için bir tür ittifak oluştururken, ABD başkanı Trump, koca Amerika’yı, bir terör örgütünün müttefiki haline indirgemiş bulunuyor. Almanya ve Fransa, Suriye’de çözüm arayışlarına ABD’yi dahil etmeyerek, Trump’ı bir anlamda çözümün değil sorunun parçası saydıklarını göstermiş oldular.
Elbette bu sorumluluk sadece Trump’ın değil; bugünkü durumda George W. Bush’tan bu yana ABD’nin açık ve gizli bütün kurumlarını ele geçirmiş olan NeoCon’ları temizlememiş olan Obama’nın da rolü var. Ancak Trump sadece mevcut kötülüklere yenilerini eklemekle kalmadı; büyük öncelik verdiği “İsrail’in güvenliği” söylemiyle, Irak’ı ve Suriye’yi içinden çıkılmaz hale getirdi. Buna Sudan ve Yemen’i de ekleyebilirsiniz. Hatta listenin başına Suudi Arabistan’ı da koyabilirsiniz.
Yazık gerçekten… ABD toplumu gibi zaten birçok açıdan sosyal yangınların kıvılcıma baktığı bir ortamda, ayrıştıran, ötekileştiren, hatta öteki saydıklarını şeytan ilan
Suudi Veliahdı Muhammed bin Selman (MbS), boyunca battığı Kaşıkçı cinayetinden hiç de etkilenmişe benzemiyor. İhtirası ve hevesi gözünü o kadar bürümüş olmalı ki ABD’den AB’ye, Türkiye’den Çin’e uluslararası toplum, akla gelebilecek bütün medya kuruluşları, STK’lar, gazeteci dernekleri kendisinden açıklama beklerken, o Katar ve İran düşmanlığıyla, ABD-İsrail dostluğuna bina ettiği dış politikasını sürdürüyor.
Bu politikanın son kurbanı Pakistan olacak gibi görünüyor.
Biraz geriye gidersek, Pakistan’ın ne İran-ABD çekişmesinde, ne Suud-Katar ihtilafında taraf olmadığını görebiliriz. Pakistan’da (eski Türkiye gibi) sivil siyaset üzerindeki asker kökenli vesayetin temsilcisi olan Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Orgeneral Kamar Cavid Bacva, son üç başbakanı da bu tarafsızlık siyasetine ikna etmişti. Navaz Şerif ve Şahit Hakan Abbasi gibi, İmran Han da başbakanlık görevine geldikten sonra yaptığı ilk açıklamada, komşu İran’ı ve ekonomik olarak desteğine muhtaç oldukları Körfez ülkelerini “üzmemek” için, Suudların bütün baskılarına rağmen, örneğin Yemen’de İran’ın desteklediği Şii Husilere karşı sözüm ona Sünni ittifakına katılmama kararını tekrar etti. İmran Han daha da ileri giderek bir
George W. Bush’un türlü hilelerle kazandığı bilinen seçimlerden sekiz ay sonra vuku bulan 11 Eylül saldırılarına ABD’nin cevabı, Afganistan’ı işgal etmek oldu. Bush ve avenesi ortaya Terörizme Karşı Küresel Savaş adıyla bilinen bir doktrin attı. Bugün hala Amerikan Irak ve Suriye’deki işgal kuvvetleri ile Dışişleri ve Savunma bakanlıklarının üst yönetimlerine hâkim olan zihniyet budur. Arkasındaki dünyanın en büyük ekonomisi ve devasa askerî güçten başka hukukî hiçbir dayanağı olmayan bu doktrine göre, kendisine savaş ilan eden bir terör grubunun bulunduğu ülkede hükumet etkili mücadele etmiyorsa ABD’nin o ülkeyi işgal etme ve hükumeti değiştirme hakkı vardır.
2001 yılından beri Afganistan’da ABD askeri var. O günden beri farklı başkanlar gelip gittiği, bunlardan bir kısmı Afganistan’dan (bu arada Irak ve Suriye’den) çekilme sözü vererek seçildikleri halde, Afganistan’daki ABD birliklerinin sayısı azaldı, arttı, tekrar azaldı; ama hiçbir zaman, bu kuvvet geri çekilmedi. Afganistan, önce ABD’nin atadığı bir “özel vali” ile idare edildi. Bakanlar kuruluna, uzun yıllar önce Sovyet işgalinden kaçarak ABD’ye sığınmış kişiler üye olarak gönderildi. Bu işgale karşı önce İngiltere ile
Amerikalı genç bir öğrenci, Lara El Kasım, yüksek lisans çalışmalarına İsrail’de Kudüs’teki İbrani Üniversitesi’nde devam etmek ister ve okuldan gerekli kabulleri alır. Bu belgeleri göstererek, İsrail’e öğrenci vizesini temin eder. Florida Üniversitesi’nde Sosyal Bilimler okumuş olan 22 yaşındaki Lara, okulundaki Filistinliler İçin Adalet isimli öğrenci kulübünün de üyesiymiş.
Dünyanın her tarafındaki benzerleri gibi, bu kulübün Filistinlilerin topraklarının elinden alınmasını anmak amacıyla sergiler açtığı ve büyük yatırımcıları İsrail’i boykota çağıran bildiriler dağıttığı bilinir. Ancak Lara bu etkinliğe ne kadar katılmış, kulüp faaliyetlerinde ne kadar etkin olmuş, bilinmiyor. Bilinse de konu bu değil ve olmamalı.
Fakat geçtiğimiz pazartesi ilk derse katılmak üzere İsrail’e gelen Lara’yı uçaktan indiğinde bekleyen polis, onu gözaltına aldı ve İsrail’e giremeyeceğini bildirerek, sınır dışı etmek üzere hazırlıklara başladı.
Andrew Brunson için seferber olan ABD büyükelçilikleri, konsoloslukları, başkan ve başkan yardımcıları, bu kepazelik konusunda kıllarını kıpırdatmadılar. İsrail vatandaşı Filistinli ve Musevi hukukçular genç kız adına, İsrail mahkemesine başvurdular ve polisin
Rusya dışişleri bakanına Anglosakson deyimi ile hitap etmek doğru mu, bilmem. Ama kendisine “Akşam yemeğinden sonra günaydın!” demek şart.
Başkan Erdoğan’ın ABD’nin Suriye’de ülkeyi bölmeyi amaçlayan bir siyaset izlediği ve bunun için bir “terör ordusu” kurduğu uyarısında bulunduğunda tarih 15 Ocak’tı. Türkiye bu terör ordusunun, sınırları boyuna yerleşmesini önlemek için hep tek başına hareket etmek zorunda kaldı. Putin, başka alanlarda gösterdiği kıvrak zekâ ve acil hareket becerisini, Suriye’deki üslerini elden kaçırmamak için olacak, katil Beşar konusunda göstermedi. Hatta diyebiliriz ki, Münbiç’in PKK teröristlerinin eline geçmesine, Amerika kadar, Rus birliklerinin Fırat Kalkanı harekâtını gerçekleştiren Türk birliklerin yollarını keserek güneydoğuya dönmesini engellemesi de sebep oldu. Türkiye, o tarihte Cenevre Süreci’nin çıkmaza girdiğini görmüş, Beşar Esad’ın patronu olan Rusya ve İran çatışmaları durdurmak için bir araya gelmesi projesi üzerinde çalışıyordu; ehemi mühime tercih etmek zorunda idi.
Astana süreci oluştu ve İran’ın sabotajlarına, Rusya’nın at gözlüklerine rağmen, Suriye Barış Görüşmelerine iki yıl öncesine oranla çok yaklaşmış oldu. Oldu ama bu arada, ABD’nin
Arap gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın kaçırıldığı, öldürüldüğü, Suudi Arabistan’a veya Birleşik Arap Emirlikleri’ne götürüldüğü ve orada tutulduğu iddiaları bu haftanın en “juicy” haberi oldu. “Sulu” dediğime bakarak konuyu hafife aldığımı sanmayın. Haberin içindeki dedikodu bileşeninin yüksek oranına işaret ediyorum. Kimler devreye girmedi ki... Sadece Ortadoğu hakkındaki en cahilce yorumların mimarlarından New York Times yazarı Thomas Friedman’ın feryat ve figanı tek başına konuyu sulandırmaya yeter de artar! Üstadın 3.500 Filistinlinin İsrail’in Lübnan’da kurduğu Hıristiyan Milisler tarafından Sabra ve Şatilla kamplarında 24 saatten az zamanda katledildiği 1982’den bu yana istikrarlı olduğu tek konunun, İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız destek olduğunu hatırlamak bile konunun ne kadar karmaşık olduğunu anlamaya yeter.
Bu arada, kraliyetin siyasetine hemen hemen hiçbir konuda eleştiri yöneltmemekle birlikte, veliaht prens Muhammed bin Salman’ın (MbS) demeçlerindeki tutarsızlıklara işaret ettiği yazılarıyla hatıra gelen Cemal Kaşıkçı’nın Friedman’ın “gizli kaynağı” olduğunu bu vesileyle öğreniyoruz.
Konuya bir ciddiyet getirmeye çalışan birçok yazar ve dış politika gözlemcisi,