En iyimser tahminle, bugün inşasına başlanırsa, Kuzey Suriye’de güvenli bölge ancak yaza yetişir. Ağzı, Suriye halkı gibi defalarca sütten yanmış bir millet, güvenli bölgeyi de iyice görüp incelemeden, tamamen ikna olmadan, çoluğunu-çocuğunu alıp kendisini ne Esad’ın ne Rusya’nın ve ne de ABD’nin kucağına atmaz. Türkiye’deki 4 milyon Suriyelinin en az 1 milyonu sahadaki gözlemcilerin tahminiyle, PKK-PYD ve YPG’nin zulmünden kaçan kişilerdir ve Kürt’tür. Bu insanların, hele Türkiye’ye sığınmış olma vebaliyle yeniden PKK’nın eline düşmeyi göze almasını beklememek gerekir.
Savunma bakanı Hulusi Akar ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Güler ’in ABD temasları sonucu yaptıkları açıklamalarda maalesef somut bir mutabakat olmadığı görülüyor. ABD tarafı, Münbiç Mutabakatı’ndaki gecikmeyi kabul ediyor; güvenli bölgenin oluşturulması konusunda Türkiye “birlikte çalışmayı” arzuluyor; ama Türk tarafı henüz uçakta iken yaptığı açıklamada, Suriye’de “bir miktar” asker tutacaklarını, koalisyona dahil diğer ülkelerin askerleriyle oluşacak bu birliğin, “tampon bölgenin güvenliğini sağlayacağını” bildiriyor.
Trump, bu miktarın 200 civarında olduğunu söylüyor. “Suriye’de toplam 2 bin askerimiz
Birdenbire nur topu gibi bir Uygur meselemiz oldu. Yanlış anlamayın ve Doğu Türkistanlı kardeşlerimiz de üzülmesinler; Çin’in milattan önce 200’den bu yana Uygur Türklerinin topraklarına yönelik saldırgan emellerinin farkındayız. Sincan bölgesine ve özellikle Urumçi’ye yapılan sistematik göç hareketlerine rağmen, Çin Komünist Partisi, Uygur Özerk Bölgesi’nde nüfus çoğunluğunu Han etnisitesi lehine değiştirmeyi beceremedi. Dünyanın kısaca “Çinli” dediği millet, kendi dilleriyle Hanzu, Çin nüfusunun yüzde 97’sidir. Uygurlar ise Sincan’ın yüzde 60’ını oluştururlar (Çin makamları da bu rakamı küçük göstermek için ellerinden geleni yaparlar.)
Sincan’ın Müslüman Türk halkı, Çin’deki diğer özerk bölgeler ne kadar özerk ise, o kadar özerktir. Ancak 2009’da Urumçi’de, Hanzuların hem Çin polisine, hem de Uygurlara saldırarak başlattıkları huzursuzluk, Türkiye’nin dikkatini Uygur bölgesine özellikle çevirmesine sebep oldu. Aynı yıl Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ertesi yıl Başbakan Ahmet Davutoğlu, 2015’te Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın resmi Çin ziyaretlerinde Sincan’a uğramaları, bu dikkatin göstergesi oldu. Bu ziyaretlerde yapılan görüşmelerde, Türkiye tarafı Uygurların sorunlarını
Avrupa Birliği, Suudi Arabistan’ı, terörü finanse eden ülkeler listesine ekledi. İran bunu uzun zamandır iddia ediyordu; ancak kendisi bir terörist rejim olduğu cihetle, bu iddiası çok ciddiye alınmıyordu.
Geçen hafta, Ceyş ül Adl (Adalet Ordusu) adlı bir terör örgütü, İran’ın Belucistan ilinde, mollaların terör örgütü olan Devrim Muhafızları’nın bir karakoluna bombalı saldırı düzenledi, 27 polis öldü. Bu ilin yarısı Pakistan’a aittir ve orada da son üç yıldır Şiilere yapılan saldırılarda tırmanma vardır. Bu yöre, Pakistan’ın Şii nüfusunun yoğun bulunduğu bir yerdir. Pakistan’da halkın yüzde 20’si Şiidir ve onlara yapılan saldırı doğrudan bu ülkeyi karıştırmak isteyenlerin, başta Taliban olmak üzere, bütün silahlı Sünni grupların ekmeğine yağ sürmektir.
Pakistan’da sosyal ahengi bozmak, Orta Doğu’da savaşın devamını isteyenlerin bir numaralı hedefidir ve bunu sağlamanın aracı ta 1979’da o zamanki adıyla Sovyetler Birliğinin hâkim unsuru olan Rusya’nın Afganistan’ı işgalinden bu yana Suudi Arabistan ve Mısır olagelmiştir.
Belki şimdi çok kişi hatırlamıyor ama Sovyet işgaline karşı--kendi askerini ateşe atmak istemeyen--ABD ve İngiltere’nin organizasyonu, Suudi Arabistan’ın parası ile
İran’da Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin tacı tahtı bırakıp (ama milyonları, hatta milyarları Amerikan uçaklarıyla Mısır’a ve İsviçre’ye göndererek) İran’dan ayrılmasının üzerinden tam 40 yıl geçti. O yıllarda Tahran’dan gelen haberlerin hemen tamamı, Evin Hapishanesi’nde rejim aleyhtarlarına yapılan işkenceler, tutuklanan ama bir daha kendisinden haber alınamayan şairler ve romancılar hakkındaydı. Ülkede siyaset toptan yasak olduğu için, öldürülen, hapse atılan muhalif siyasetçi hemen hiç yoktu. Rıza Şah’ın 1941’de babasını tahtan çekilmeye zorlayarak, iktidarı ele geçirdikten, ülkeden kaçtığı 11 Şubat 1979’a kadar, istihbarat örgütü SAVAK eliyle öldürdüğü muhaliflerin sayısı on binlerle ifade ediliyordu. ABD’de Case Western Üniversitesi öğretim üyesi Richard Cottam, 1980’de bir makalesinde bu sırada kaybolan kişilerin sayısının 125 bin civarında olduğunu yazmıştı.
Baba Pehlevi Rıza Han’ın da başlattığı “modernleşme” programı sırasında bu programın insani faturasına karşı çıkanları acımasızca yok ettiği de hatırlanmalıdır. Baba-oğul kanlı bir modernleşme ve Batılılaşma çarkı kurmuşlardı ki ülke (şimdilerde bazı aydınlarımızın bir Sovyet safsatası derecesine indirgediği) emperyalizmin
ABD, Venezuela’ya ne kadar insanî yardım (!) yapıyorsa, şimdi de yedi ülke, “ilgili taraflara” (yani Türkiye, Rusya ve İran’a) savaştan kaçınma ve diplomatik çözüm arama çağırısı yapıyor.
ABD, geçen hafta Washington’da altı ülke ile bir toplantı yaptı. Toplantıya Türkiye ve Rusya’nın Cenevre’de Suriye anayasa görüşmelerine gidecek delegasyonları seçme sürecine ilişkin mektubunu henüz yazılmadan reddetmek üzere Birleşmiş Milletlere başvurmuş olan Fransa, Almanya ve İngiltere katıldı. Ayrıca Suriye için altı yıldır kılını kıpırdatmamış olan Mısır ve Suudi Arabistan’ı ve belki de bu konuda tek söz sahibi Ürdün’ü de aldılar.
Aralarında Suriye savaşının yedi yıldır bütün yükünü taşıyan Türkiye’nin nedense bulunmadığı bu yedi ülke daha sonra bir ortak bildiri yayınladı. Bu bildiri de nedense sadece ABD dışişleri bakanlığının sitesinde yer aldı. Bildiriye göre bu arkadaşlar meğer Suriye’de BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararına göre, diplomatik bir çözüm istiyorlarmış. Sadece bu değil, (Almanya ve Ürdün hariç) topraklarında bir tek Suriyeli mülteci bulunmayan bu ülkeler, meğer Suriye’de askerî çözüm isteyenlerin bölgede çatışmaların yayılmasına sebep olmasından da korkuyorlarmış.
Sanki
ABD Dışişleri Bakanı Michael Pompeo listeler yayımlıyor: İki ülke daha Guaidó’yu geçici Venezuela başkanı olarak tanıdı. Böylece 4 Şubat 18.35 itibarıyla, 23 ülke Guaidó’yu tanımış oldu. Aynı saatlerde Google dünyada 195 ülke olduğunu bildiriyordu. Ne yapacağız? Pompeo’nun hayasız listesine katılan ülkelerin sayısının mesela yarıdan bir fazla, 98 olmasını mı bekleyeceğiz? Eğer sayın bakanın liste yayımlamasında, Twitter’da “Şu anda Letonya ve Litvanya da eklendi” gibi heyecanlı mesajlar yayımlamasındaki mantığa bakacak olursak, Venezuela halkının 20 Mayıs 2018’de yaptığı, halkın yüzde 87’sinin katıldığı, diğer iki adayın yüzde 21 ve yüzde 11 oyuna karşılık Nicolás Maduro’yu yüzde 67.8 oy vererek, ikinci bir 6 yıllık dönem için başkan seçtiği seçim yerine kaç ülkenin Maduro’yu, kaç ülkenin de Guaidó’yu başkan olarak tanıdığına mı bakacağız?
ABD ulusal güvenlik danışmanı John Bolton’ın çözümü ise Pompeo’nunki kadar demokratik değil ama daha etkine benzer. Son siyasal çabası Ankara’ya gelmeden 5 saat önce İsrail’de “Türklerin Suriye’de Kürtleri katletmesine izin vermeyeceğiz!” şeklindeki veciz sözleri tarihe mal etmek olan Bolton, “Venezuela ordusunun darbe yaparak halkın iradesini
ABD, 30 yıldır yürürlükte olan ve yarattığı güven ortamı ile daha sonra daha büyük silahları kapsayan Doğu-Batı yarışına ve böylece Soğuk Savaş’a son vermiş olan orta menzilli füzeler anlaşmasından çekildi. 31 Temmuz 1991’den geçen Cuma güne kadar, insanlık kuşkusuz bir yığın savaşın, açlığın, hastalığın tehdidi altında idi. Ama bir şeyden emindik: herhangi bir milletin başına, Hiroşima ve Nagazaki halkına olduğu gibi bir atom veya hidrojen bombası düşmez ve o kentteki insanların yüzde 40’ı o anda, yüzde 65’i de daha sonraki yıl içinde kitle halinde ölmezdi.
Saddam’ın kimyasal silahları, Beşar Esad’ın varil bombaları çok insanın kitle halinde ölümüne sebep oldu ve hâlâ olabilir. Ama böyle bir savaş için askerleriniz, uçaklarınız olmalı, onları bu katliamları işleyeceğiniz ülkede konuşlandırmış olmanız gerekiyor. Bunun önüne geçecek diplomatik temaslar ve caydırıcı askeri önlemler, bunlar yetmez ise karşı saldırılar her zaman mümkün. Başka bir deyişle nükleer olmayan saldırının hem hacmi hem verdiği zarar ve hem de ihtimali birçok değişkene bağlı.
Fakat nükleer silah, bir roket, ucuna bağlı atom veya hidrojen bombasını imal ettiğinizi, konuşlandırdığınızı ve kullanmaya karar
Sanırım uluslararası ilişkilerle ilgilenen hemen herkes “Rogue State” terimini ilk kez 1988’de, (şimdi artık kapanmış olan) Pan American havayollarına ait 103 sefer sayılı Frankfurt-Detroit seferini yapan dev Jumbo Jet yerleştirilen bombayla düşürülüp 243 yolcusu ve 16 mürettebatının tamamen öldürülmesinden sonra duydu. ABD, uçağa bomba konulması emrini bizzat Libya lideri Kaddafi’nin verdiğini öne sürdü; 2003 yılında Kaddafi emri verdiğini reddetmekle birlikte bütün sorumluluğu kabul etti ve suçlanan kişileri ABD’ye iade etti. Sanıkların belirlenmesi, ABD’nin Libya’yı suçlaması, sonra mahkeme safahatı ve nihayet Libya’nın uçaktaki kurbanlara 3 milyar dolar tazminat ödemesi hâlâ açıklığa kavuşmayan yanlarıyla oldukça ilginçtir.
Burada konu, 2006 yılına kadar, 1980’ler, 1990’lar boyunca, ABD’nin Libya’yı “Rogue State” diye adlandırması ve bunu bir hukuki statü haline getirmiş olması. Bunu gazeteler değişik şekilde tercüme ettiler. Sözlüklerde bu kelime, dolandırıcıdan tutun düzenbaza, ipsiz sapsızdan serseriye kadar çeşitli anlamlarla karşılanıyor. O tarihte gazeteler bu terimi “haydut devlet” diye çevirdiler. Örneğin 23 Nisan 1992 tarihli Milliyet’te, ABD Dışişleri Bakanı