23 Ekim 1983’te, Lübnan’da başkent Beyrut yakınlarında, Fransız Paraşütçü Birliği’ne ait tesislerde bomba yüklü iki kamyon infilak etti, 58 Fransız ve 241 Amerikan askeriyle birlikte 6 sivil, kamyonların iki şoförü öldü. ABD bu tarihten sonra bölgedeki bütün birliklerini çekti ve 2003’teki Irak Savaşı’na kadar bir daha bölgede asker konuşlandırmadı. Irak savaşından sonra da bu bölgede hiçbir zaman Beyrut’taki kadar kalabalık birlik bulundurmadı. (Irak savaşındaki askerler bile uçak gemisinde yattılar!)
Lübnan’da İsrail’e yardım çabası, ABD’nin İsrail için kendi elini taşın altına koyduğu son “kahramanlığı” oldu; o günden sonra, Amerika, İsrail’e ve destekleyeceği başka ülkelere asker yerine top-tüfek, roket-uçak verdi. Aslında ABD, İsrail’den başka hiçbir ülkeye ne ona verdiği kadar para, silah ve asker verdi; ne de bir başka ülkeyi İsrail gibi kayıtsız-şartsız destekledi. Amerika’nın bu İsrail aşkı, gerçekte o kadar şaşkınlık
Amerikalı yetkililerin, siyasetçilerin, İngiltere’nin yeni Başbakanı’nın Ukrayna konusunda ağızlarını açıp her söyledikleri, Ukrayna’da 100 gencin ve orta yaşlı askerin can vermesine sebep oluyor. Putin bu ifadeleri duydukça, “Bunların bu savaşı bitirmeye niyeti yok; mesele Ukrayna değil, mesele Rusya’yı parçalamak!” diyor ve sayısı giderek artan askerlerine Ukrayna’da biraz daha ilerlemelerini, birkaç köy ve kasabayı daha ele geçirmelerini emrediyor.
Putin, Ukrayna savaşını idare tarzından anlaşılıyor ki, ABD ve bazı Avrupalıların, Moskova üzerinden Pekin’e giden yolu açmaya çalıştıklarına inanıyor. Bu, Erdoğan’ın ve şimdi Trump’ın kelimelere döktüğü “3. Dünya Savaşı” olacak ise, Rusya’nın NATO ordularını sınırlarından mümkün olduğu kadar batıda, muhtemelen Ukrayna sınırında ve hatta Polonya ortalarında durdurmak isteyeceğini var sayabiliriz. Bu, benim gibi askeri teorilerden anlamayanların bile kafasının yattığı bir olasılık olmuş ise, durum gerçekten ciddi demektir.
ABD Ulusal Güvenlik
Biden, bir saray darbesiyle mi “gitti” yoksa doktor raporuyla mı? Eğer 5 ay sonra ABD’yi yönetemeyecek durumda olacaksa, şimdi o ehliyete sahip mi? 54 yıllık siyasi kariyere sahip, deneyimli, başkan yardımcılığı yapmış, resmen açıklanmayan (ancak tanıma, hafıza, akli yetenek ve dil kabiliyetlerinin ileri derecede kaybı anlamına gelen senil demans olduğu sanılan) bir rahatsızlık sebebiyle, “Allah isterse adaylıktan vazgeçerim!” dedikten üç gün sonra (kimin imzaladığı belli olmayan bir mektup ve bir sosyal medya mesajı ile) adaylıktan çekildi.
Çekildi mi, çektirildi mi? Kamala tarafından sırtından mı bıçaklandı? Bunların artık önemi kalmadı. Eğer Demokrat Parti’nin kolektif aklı bunu sağladıysa, yine aynı akıl, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i yeni aday yaptı. O akıl, Harris’i aday göstermek için gerekli delege imzasını ve tarihte görülmemiş bir rekor ile, 24 saatte 5 aylık kampanya masrafına yetecek milyonlarca dolar bağışı da topladı.
Harris, ömründe üç kişiden fazla bir grubu yönetmemiş; 3,5 yıllık
Bir tarafta Tanrı bir tarafta da Yüksek Mahkeme! Şaka etmiyorum…
Trump’ın Evanjelik Hristiyan tabanı, ki oy itibariyle değilse bile etki bakımından Amerika’nın en güçlü kiliselerine sahiptir, Trump’ı zaten bir tür ilahi şahsiyet sayıyordu. Beyaz Saray’da eyaletlerden gelen rahip ve rahibelerle el-ele tutuşup dua seansları yaptıklarını hatırlıyor olmalısınız. En azından Türkiye’de 3 yıl hapis cezasına çarptırılması sonrası serbest bırakılan ABD’li rahip Andrew Brunson’ı Beyaz Saray’da ağırlayan Trump’ın hemen düzenlediği ayin, hatırlardadır.
Bu inançta olan çoğu Amarikalı için Trump, zaten Tanrı’nın ABD’yi yönetmek üzere “tayin ettiği” kişiyken, şimdi, kimin başına gelirse gelsin “Allah korudu!” diye karşılanacak, suikastçının beynine saplanmak üzere nişanladığı mermiden ani hareketle (ve kulağında küçük bir çentikle) kurtulunca, iyice yüksek bir makama gelecektir. Eski Roma imparatorlarının da imparator olmakla tanrılaştıklarına inanılırdı. Babtist
15 Temmuz yıldönümü vesilesiyle, ABD’nin Türkiye “ilgisi” perspektifinden ikili ilişkilere dair bazı düşüncelerimi sizinle paylaştım ve bu çerçevede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tıpkı NATO gibi bir başka siyasi, ekonomik ve güvenlik-savunma örgütü olan Şanghay İş Birliği Örgütü’ne (ŞİÖ) tam üye olarak katılma arzusunu tekrarladığını hatırlattım.
ŞİO’nun şu anda 9 üyesi var ama bunlardan Rusya ve Çin kurucu üyeliklerinden gelen “patron” konumuna sahip. Nitekim Türkiye’nin tam üyelik arzusunu belirtmesine, Rusya Hükümet Sözcüsü, önce katı bir “Hem NATO, hem ŞİO bir arada olmaz” yanıtını verdi; sonra sözlerini yumuşatarak, “Yeni üye taleplerinde o ülkenin dünya değerlerine bakarız” gibi muğlak birtakım şeyler söyledi. Ülkelerin dünya görüşleri var mıdır? Sanmam. Ama ülkelerin kendi ulusal güvenliklerine ilişkin stratejik ulusal değerleri vardır. Siyasal iktidarların değişmesi ile bu değerler değişmez; sadece yerine
Bugün, Demokrasi ve Millî Birlik Günü. Kanlı ihanet teşebbüsünün üzerinden 2.920 gün geçti; ama 251 şehit ve 2.196 gazinin acısı hala çok taze.
Bir “dinsel kült” veya “cemaat-tarikat,” kurduğu paralel devlet yapısının, artık aslının yerini almasının zamanının geldiğine karar verip silahlı kuvvetlerden devşirebildiği kadar askeri şahısla harekete mi geçti? TSK, onları alet ederek, durumdan vazife mi çıkarttı? Yoksa başka birileri, özellikle şimdi FETÖ dediğimiz terör örgütünü, “Radikal İslam” akımlarından rol çalarak, İslam’a yönelimi kendi güdümündeki yapılara aktarmak isteyerek kuran dış mihrak, “Erdoğan’ı devirme” fikrini hayata geçirmeye karar mı verdi?
NATO, üyelerini – Sovyet yanlısı partilerin eline geçmesi halinde – kurtarmak için gizli Gladio örgütünü kurmuş bir ittifak, ABD ise, ülkelerde hükumetleri devirip yerine cuntalar kurma alışkanlığında bir ülke. Bu faktörler, 15 Temmuz’un
Sovyetler Birliği’nin, 1991 yılının son haftası dağılması, mevcut dehşet dengesinin de dağılacağı, dünyanın bütün ulusların cenneti olacağı soğuk savaşların, sıcak barışların biteceği umudu bütün dünyayı kaplamıştı.
“Bütün dünya” demek yanlışmış; sadece 10 yıl sonra ABD’nin 11 Eylül saldırılarının sorumlusu olarak gördüğü İslam’a ve bu saldırıları düzenleyenlerin gizlendiğini öne sürdüğü Afganistan’a karşı başlattığı savaş tam 20 yıl sürdü. ABD, eski başkan George W. Bush’un “Haçlı Seferi” adıyla tanımladığı bu savaşı sonraları bütün Müslümanları hasım olarak gördüğü algısını silmek için “Radikal İslamcılar” ve benzeri isimlerle aldandırsa da, o umduğumuz barış dönemi başlayamadan sona erdi. ABD bu savaşı, Avrupa’yı ve diğer müttefiklerini yanına çekmek için önce BM’den sonra NATO’dan destek kararları çıkartarak küresel bir niteliğe büründürmek istedi ama, mesela Rusya ve eski Sovyet
Suriye Devlet Başkanı’nın yapacağı ilk iş, Baas (Diriliş, Rönesans) Partisi’ni kapatmak ve ülkesinin gerçek anlamda toprak bütünlüğünü yeni bir dirilişte aramak yerine ülkesinin bütün etnik grupların, tüm mezhep ve meşrepten insanların kucaklandığı geçmişine dönmek olmalıdır. “Baasizm” hiçbir zaman Arap ülkeleri arasında bir bütünleşme sağlamadı. Bu partinin bünyesinde Mısır’la Suriye arasında kurulmuş olan “ittifak”, Golan, Sina ve bütün Filistin’in İsrail’in eline geçtiği 1987 savaşına sebep olmaktan başka işe yaramadı. Tabii bu partinin iktidarı ele geçirdiği her yerde diktatörlüğe, halka uygulanan bölücü siyasetlere ve ırkçılığa varan ayrımcılıklara yol açtığını da hatırlayalım.
Suriye’de her 10 kişiden biri olan 3 milyon Kurmanci Kürdünün çoğunun hala Suriye vatandaşı sayılmadığını, YPG, PYD ve nihayet Suriye Demokratik Güçleri adı altında Suriye’nin dörtte birini (petrol gelirlerinin yarısını) ele geçiren