Time, Trump’ı yılın adamı seçtiği haftanın kapağında, fotoğrafın altına “Amerika Bölünmüş Devletleri Başkanı” yazmıştı. Bu, ister bir gerçeğin ifadesi olarak alınsın, ister bir dileğin ifadesi olsun, ABD’deki gelecek başkanlık seçimlerine kadar sürecek durumu belirtiyor.
Senato ve Temsilciler Meclisi üye dağılımına bakınca, ABD’de olağan sayılan Yürütme-Yasama çekişmesinin iki yıl, yani ilk Senato üçte bir yenileme ve Temsilciler Meclisi seçimleri yapılıncaya kadar olmayacağı, tarafların büyük ölçüde uyum içinde çalışacağı söylenebilir. Gedikli senatörler, Trump ile pazarlık güçlerini artırabilmek için şimdiden şartlar ve Trump’tan bağımsız politikalar ileri sürmeye başlamış görünüyorlarsa da, bunun bir görünür çatışmaya yol açması beklenemez.
Türkiye’deki bazı partilerin hiç de rasyonel olmayan tutumlarının tersine, Başkan’ın şahsiyetini, geçmişini ve vaatlerini ortaya koyarak doğrudan kazandığı bir seçimin ağırlığını, bütün diğer seçilmiş kişiler iliklerine kadar hissederler. Kongre üyeleri bu ağırlığa meydan okurlarsa, gelecek seçimde seçmenin hışmına uğrayabileceklerini hesap ederler. Özetle, Kongre çatısı altında ve eyalet valileri düzeyinde, demokratlar ve cumhuriyetçiler en
ABD’de Başkan Obama’yı eleştirmeyen sadece iki küçük kızı kaldı. Eşi de eleştirdiğine göre, bu yargıya kolayca varabiliriz.
Özellikle Türkiye’nin, Halep’in tahliyesi için Rusya ve İran ile masaya oturması, daha kötüsü, bu masaya ABD’nin çağırılmamış olması, ABD’de, Neoconlar hariç, her eğilimden insanı, Obama ve dış politikasıyla alay etme raddelerine getirdi. Tabii buna giderayak İsrail’e attığı Güvenlik Konseyi golünü de eklemek lazım. BM kurulduğundan bu yana ABD ilk kez İsrail aleyhtarı bir kararı veto etmeyerek, Başbakan Netanyahu’yu işgal altındaki Arap topraklarına kurdukları yerleşim yerlerini sökmek zorunda bırakmış oldu.
ABD yönetiminin Suriye konusundaki tutumu ilk başlarda böyle bir acz ve sefalet sergileyecek gibi değildi. Konferanslar, müttefiklerle koalisyonlar kurmalar, Suriye’deki muhaliflerle Viyana, Cenevre toplantıları. Fakat ne zaman ki ABD’nin Libya müdahalesi inanılmaz bir yenilgi ve onun sonucu olarak ülkenin üçe bölünmesi gibi akıl almaz bir sonuç ortaya çıkarınca, ABD’nin Suriye politikasında (veya politikasızlığında) yanlış adımlar birbirini izlemeye başladı. Bir yıldan daha uzun süre önce, ABD Senato Silahlı Hizmetler Komisyonu’nda Güney Karolina’dan
ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Sn. John Bass, gerçek basın toplantısı yerine, bir televizyonun kanalının bir programında, Ankara’ya ince “mesajlar” gönderdi. Konuşmanın ilginç bir ögesi, Sn. Büyükelçi’nin, Rusya Büyükelçisi Andrey Karlov’a tetiği çeken katilin mensup olduğu FETÖ’nün ABD tarafından korunduğu iddiasına (kendisine bu konu sorulmadığı halde) verdiği “Kanıt yok” yanıtı oldu. Bu belki iki ergenin kavgasında geçerli bir savunma argümanı olabilir; ama ülkelerin kendileriyle ilgili algıların temeli olan bir iddiaya karşı bundan daha sağlam yanıtları olması gerekir. Ama üzerinde duracağımız
nokta bu değil.
Sn. Büyükelçi, Türkiye ile Rusya arasındaki “normalleşme” sürecine değinerek, Türkiye’ye diplomasi dersi veriyor ve kendi ifadesiyle “Türkiye’nin Rusya’yla ilişkisini ilerletirken ve yeniden geliştirirken bu gerçekleri de göz önünde bulundurmasını umuyoruz” diyerek,
bir gerçeği hatırlatıyor:
“Rusya hükümeti uluslararası sınırları değiştirmek ve başka bir ülkenin bir kısmını ilhak etmek amacıyla son yıllarda askeri güç kullanmış olan tek Avrupa hükümetidir.”
Rusya’nın Kırım’ı ilhakını haklı göremeyiz, ama bu kısa köşede, Ukrayna’da, seçimle işbaşına gelmiş bir hükümetin
ABD’nin, 15 Temmuz kalkışması ve daha önce ya da sonra girişilen tüm istikrarsızlaştırma çabalarının arkasında olduğuna ilişkin çok komplo teorisi var; ama elimizde teori kanıtlamada kabul edilebilir bilimsel yöntemlerden herhangi birine uygun düşebilecek bir işlem yok. Yine de Rusya Federasyonu Türkiye Büyükelçisi Andrey Karlov’un Fetullahçı Terör Örgütü mensubu olduğu öne sürülen bir polis memuru tarafından öldürülmesi, ABD ile Türkiye arasındaki iade anlaşmasının işlemez halde olduğunu hatırlattı. Bu anlaşma işleseydi, muhtemelen bu örgüt işlemez olacaktı.
İki ülke arasında “Suçluların Geri Verilmesi Antlaşması” adlı bir metin var. Bu anlaşma neden işlemiyor? Bu sorunun cevabı, Center for American Progress adlı düşünce kuruluşunun dergisinde yayımlanan, Michael Werz ve Max Hoffman’ın kaleme aldığı “The Process Behind Turkey’s Proposed Extradition of Fethullah Gülen” (Türkiye’nin Fethullah Gülen’i İade Talebinin Arkasındaki Süreç) başlıklı makalede var. İade talebinin yerine getirilmesi için gerekli süreci anlatan yazarlar ABD mevzuatından doğan engellerin nasıl aşılabileceğini anlatıyor. Yazı, ne mevzuatta, ne anlaşmada olmayan bir “durumu” dikkate sunarak, esasen bu
Sanıyorum bazı şeyler hiç rastlantısal değil. Hatta bir cesaret, “Bu evrende rastlantı yok” diyeceğim. Hollywood’un son “sihir” reklamı “La La Land” filmi ile Obama’nın eline yüzüne bulaştırdığı son dört yılının sona ermesi ve Halep’teki son direnişçinin de çekilmesi, Şii Hizbullah milislerinin kente hakim olmasının aynı döneme denk gelmesi de rastlantı olmasa gerek.
Bu acı ve üzüntü veren olayı sizin zihninize çakan bir küçük kızın Youtube feryadı, babasının kucağında kenti terk eden bombardımanda yaralanmış bir bebeğin koluna bağlı sağlanan boş serum torbası, ya da Şii milislerin bir şahsı diri diri toprağa gömerken attıkları kahkahalar olabilir. Bunlar kadar acı bir başka unsur, kendisini tarihin kayıt defteri sayan “New York Times” gazetesinin, Halep teslim olduğu gün yayınlanan “Halep’in Yok Edicileri: Esad, Putin, İran” başlıklı baş makalesiydi. Evet, yazıda belirtilen hususlar, örneğin Rusların sivil yerleşim yerlerini bombalaması, hastanelerin tahrip edilişi, masum sivillere yiyecek, yakıt ve ilaç ulaştırılmasına engel olunması ve hatta daha fazlası doğru. Bunlar bir kenti, hatta o kentteki Sünni uygarlığını yok etme girişimidir. Fakat New York Times’ın bir Esad, bir Putin
Hayatımızı bir parça daha karartan, bununla birlikte mücadele azmimizi biraz daha kamçılayan bir terör saldırısına daha uğradı ülkemiz. Terör ve onun membaı olan şiddet siyaseti, içinde yuvalandığı toplumun şu ya da şu meselesini meşruiyet kalkanı yapsa da 21’inci yüzyılda “siyasal şiddet” diye bir şey kalmadı; hepsi uzaktan savaş, vekâlet savaşı halinde yürüyor. Burada anahtar kelime savaştır; bir siyasetin, silahlı bir kuvvet tarafından kabul ettirilmesi mücadelesi. Dış politika iç politikanın, savaş da dış politikanın uzantısıdır.
Ülkemizdeki terör eylemleri belirli bir örgütün kontrolü altında iken, tamamen denetimsiz, adeta bir terör karteli boyutuna ulaştı. Ne zaman? Arap Baharı denen olaylar zinciri sınırlarımıza dayandıktan sonra. Bahar denen bu bölgesel karakış ne zaman başladı? 2011’de. Ne amaçla? Kurulu düzenleri yıkmak üzere harekete geçen halkın iradesini hakim kılmak için.
Halk nerelerde nasıl harekete geçti? Tunus’ta muhteşem bir organizasyonla gerçekleşen kalkışmanın bölgeye yayılmasıyla. Hatırlayalım: Irak, Libya, Suriye ve Yemen’de iç savaşlar; Bahreyn ve Mısır’da ayaklanmalar; Cezayir, İran, Lübnan, Ürdün, Kuveyt ve Fas’ta geniş sokak gösterileri; Cibuti,
Sovyetler Birliği yıkılalı koca bir çeyrek asır geçti. Bu, sadece SSCB’nin çöküşü değil ama aynı zamanda bu çöküşün önlenebileceği, Sovyetlerin ayakta kalmaya devam edebileceği, sorunun reform yanlısı Gorbaçov’un alaşağı edilmesi ile her şeyin eski düzenine dönebileceğine inanan asker ve sivil Sovyet bürokrasinin kalkıştığı hükumet darbesinin durdurulmasının da yıldönümüydü.
Tarihsel olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisini kurmanın zor olması gibi, “Şu olay şu olayı çok etkiledi!” demek de hemen hemen imkansızdır. Fakat yine de bir cesaretle, 19-20 Ağustos 1991’de Moskova’da, Rus,Kazak, Kırgız, Özbek halklarının tankları elleriyle durdurmaları ile 15-16 Temmuz 2016’da, Türkiye halkının tankları durdurması arasında bir benzerlik, bir örnek alma ilişkisi bulunduğunu iddia edilebilir. Fakat asıl mesele bu değil.
Bu iki olaydan birincisi, 1912 yılında kurulan Rus Sosyal Demokrat Emek Partisi’nin (Bolşevik Partisiki sonra adını Tüm Sovyetler Birliği Komünist Partisi olarak değiştirdi) 1917’de Çarlık Sarayı’nı basarak ve Çar ile bütün ailesini öldürerek inşa etmeye başladığı dev Sosyalist Ütopya’nın 74’ncü yılında çöküşüydü. (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği resmen 1922’de kuruldu;
İki yıl önce bu haftalarda, Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin uluslararası piyasada Rus ekonomisine yönelik manipülasyonları fark ettiğinde, halka ve özellikle ihracatçı firmalara çağrıda bulunarak, ellerindeki dolarları satıp yerine ruble koymalarını istemişti. Benzeri bir durum daha yakın bir geçmişte Çin’de yaşanmış ve Amerika’da merkez bankası görevi yapan Federal Rezerv Kurumu’nun hareketsizliği karşısında şaşkına dönen Çin bankaları ve ihracatçı firmaları, dolarları elden çıkartarak, altın almaya başlamışlardı.
Bir ülkenin parasının dolar karşısındaki değerini kontrol etmesi, özellikle kendi parasının değerindeki hızlı düşüşü durdurmak için önlem alması kolay değildir. Nitekim o tarihte Putin Rus halkının yurtsever duygularına hitap etmek, özellikle ABD önderliğinde AB, Japonya ve Kanada’nın Rusya’ya uyguladığı ekonomik ambargonun olumsuz etkilerine dikkati çekerek, acil harekete geçmeleri çağrısında bulunmuştu. Bu çağrıyı izleyen haftalarda Amerikan basınındaki yazılarda, Putin’in ne diktatörlüğü kalmıştı, ne yeni bir Sovyet İmparatorluğu inşa etme amacı! Serbest piyasaya bu açık müdahale gösteriyordu ki Putin tam bir diktatördü ve Rusya asla bir serbest piyasa ekonomisi