İzmir’de ‘Gönüllü Hasat’ projesine katılan üniversiteli gençler son hasat amacıyla tarlada bırakılan onlarca kilo çilek, kavun ve üzümü toplayıp ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyor.
Eğer bu yazıyı okuyorsanız, lütfen önce çöpünüze bir göz atın. Kararmış bir muz varsa yaklaşık 150 litre suyu da muzla birlikte çöpe atmışsınız demektir. O muzun kilometrelerce uzaktan evinize kadar gelmesi için salınan kilolarca karbon emisyonu da cabası.
Sadece çöpe attığımız gıdalar nedeniyle küresel karbon emisyonunu her yıl yüzde 10 artırıyoruz. Ve böylesi bir tabloda, dünyanın bir başka köşesinde 800 milyondan fazla insan, gıda yetersizliği nedeniyle beslenme eksikliği yaşıyor. Oysa üretilen gıda, çöpe gitmese dünyanın tamamını sağlıklı beslemeye fazlasıyla yetiyor. Ama gelin görün ki, zengin sofralardaki israf maalesef sona ermiyor. Mesela Avrupa! Kıtaya sevk edilen gıdadan daha fazlası çöpe gidiyor. Yıllık kişi başı 174 kilo gıda israfı var o coğrafyada. Bizde de durum farksız değil. Kişi başı
Organik, gezen, kümes ve kafes yumurtası... Tüketiciler olarak bunların ayrımlarını bilmek daha sağlıklı seçimler yapmak için önemli. 0 numarayla başlıyoruz.
Yumurta, bugünlerde artan fiyatıyla gündemde. Kafes yumurtasının fiyatı 2 lirayı aşarken organik yumurtanın tanesi ise 5 liraya dayandı. Peki organik yumurta diğerlerine oranla neden bu kadar pahalı ve bu bedelin karşılığında tüketiciye ne gibi bir avantaj sağlıyor? Anlatalım...
Markette gittiğimizde 4 tip yumurtayla karşı karşıyayız: Organik, gezen, kümes ve kafes yumurtası.Bu ayrımlar yetiştiricilik metodundan kaynaklanıyor. Eğer yumurta organik koşullarda üretildiyse kabuğunun üzerinde mutlaka 0 ile başlayan bir damga bulunmalı. Ayrıca ürünün paketinde de organik tarım logosu, organik sertifika kuruluşunun logosu ve TR-OT ile başlayan sertifika numarasının var olması gerekiyor. Organik yumurtanın diğer yumurtalara kıyasla öne çıkan en önemli özelliği, tavukların beslendiği yemlerin organik olması ve GDO içermemesi. Genetiği değiştirilmiş soya ve mısır, tavukçuluk sektörünün en önemli yem kaynağı,
Son yıllarda kurulan ceviz bahçelerinde üretilen yerli cevizin kökeni her ne kadar ABD menşeili fidana dayansa da, ithal cevize taşıma esnasında uygulanan ilaçlama yerli cevizi öne çıkarıyor.
Ceviz ağacı Anadolu’da 2 bin yıldan fazla süredir var. ABD’de ise en fazla 300 yıldır. Ama gelin görün ki biz cevizimizi ABD’den alıyoruz. Hatta ceviz bahçesi kurarken, fidanı dahi ABD’den ithal ediyoruz. Çünkü orada tarımda biyoteknoloji ve ARGE yaygınlaşmış durumda. Onlar sonradan edindikleri cevizi ıslah etmek için 100 yıl önce kolları sıvamışken, biz ancak 80’li yıllardan sonra başlamışız ceviz ıslahına. Ve nihayetinde de ihtiyaç duyduğumuz her 3 cevizden 2’sini ithal eder haldeyiz.
Tablo böyle. Ancak ümitvar gelişmeler de yok değil. Son yıllarda birbiri ardına yüksek kapasiteli ceviz bahçesi kurulmaya başlandı Türkiye’de de. O bahçelerin perde arkasında, tarıma ilgi duyan sanayici ve beyaz yakalı yöneticiler var. Bir anlamda ikinci iş veya emeklilik planı olmuş, ceviz yetiştiriciliği. Tabii cevize yönelimde
ABD’de katıldığım biyoteknoloji gezisinin gösterdiği gerçek şu; genetiği değiştirilmiş tohumlar artık her yerde ve GDO’suz beslenebilmek oldukça zor!
Soya İhracat Konseyi’nin biyoteknoloji gezisi kapsamında geçen hafta, ABD’nin tarım bölgesi Missouri’deydim. Eyaletin en önemli tarım ürünü soya. Soya ticaretinden bölge her yıl, 7 milyar dolar kazanıyor ve tarımsal faaliyet çoğunlukla aile çiftlikleri tarafından yapılıyor. Az bir iş gücüyle devasa tarım arazilerini işleyebilmenin altında ise yoğun teknoloji kullanımı yatıyor. Bu teknolojiyi besleyip geliştiren de üniversiteler. Missouri Üniversitesi, tarımsal inovasyonun en önemli durağı haline gelmiş. Ziraat Fakültesi’nin önemli çalışma alanlarından biri de genetik müdahale. Fakültenin transgenik bitki serası var. Deneme ekimleri burada ve kampüsteki arazide yapılıyor.
ABD, Brezilya ve Arjantin ana üs
ABD’de GDO’ya “biyoteknolojik devrim” gözüyle bakılıyor. En azından resmi bakış böyle. Karşı olan yok mu var. Hatta bu yılın başında
Plastik kirliliğini azaltmak için hayata geçmesi beklenen depozitolu atık iade sistemine, 3 litrenin altındaki plastik, cam ve metal içecek atıklarının dahil olması bekleniyor. Ancak iade noktaları henüz hazır değil; çevre açısından ise süre daralıyor.
Plastik kirliliği, karşı karşıya kaldığımız en önemli çevre sorunlarından biri. Başta plastik ambalajlar ve mikroplastikler olmak üzere çevreye saçılan plastikler, toprağa ve denizlere sızarak ekosistemi zehirliyor. Türkiye’nin yıllık plastik atık miktarı 6 milyon tona dayanmış durumda ve Akdeniz’i en çok kirleten ülkelerden biri maalesef Türkiye. Bu tablonun devamı halinde sadece birkaç on yıl sonra denizlerimizde balıklardan çok plastik atıkla karşı karşıya kalacağız.
Bu gidişatı önlemek için hayata geçirilen depozito iade sistemi ise hâlâ hayata geçebilmiş değil. Sistemin ilan edilmesinin üzerinden neredeyse 2 yıl geçti. Bu sürede uygulama 3 kez ertelendi. En son başlama tarihi; 2023 Ocak ayı. Ancak geri iade noktaları ve otomatlar henüz kamuoyuna
Tarım zehirli pestisitler birçok hastalığa davetiye çıkarıyor. O hastalıklardan biri de Türkiye’de adeta bir salgına dönüşen obezite. Nörolojik hasarlara neden olduğu için yasaklansa da hâlâ tarım ürünlerinde saptanan klorpirifosun, yağ dokusundaki kalorilerin yakılmasını engelleyerek şişmanlamaya neden olduğu ortaya çıktı.
Türkiye obezite artış oranında Avrupa lideri. Neredeyse her 3 yetişkinden 1’i obez! Coğrafyamızda obezite âdeta bir salgın gibi yayılıyor. Peki, bu tablonun oluşmasında tarım zehri pestisitlerin rolü olabilir mi? Bu çarpıcı soruya bilimin yanıtı ise “Evet!”
Nature dergisinde yayımlanan bir çalışmaya göre, fazla beslenilmeyen durumlarda dahi tarım zehri pestisitler, bünyenin kalori yakmasını yavaşlatarak aşırı kilo almaya yol açabiliyor. Üstelik çalışmaya dayanak olan tarım zehri de bu topraklar için tanıdık bir kimyasal olan klorpirifos. Tüm yasaklamalara karşın Türkiye’de hâlâ bazı tarım ürünlerinde kullanıldığını, Avrupa Birliği’ne ihraç edilen tarım
Uçtuklarında gökyüzünü pembeye boyuyorlar, dansları dillere destan. Ne yazık ki onları korumakta zorlanıyoruz. ABD’den ödülle dönen “Pembe Misafirler” belgeseli bu narin türü bekleyen tehditlere de dikkatleri çekiyor
Hep vurguluyoruz; Türkiye’nin asıl zenginliği biyoçeşitliğinin eşsizliğinde yatıyor. Türler açısından eşsiz bir servete sahibiz. Ama bilinç yetersizliği yüzünden korumakta ve yaşatmakta sınıfta kalıyoruz. Ve bu başarısızlığımız, maalesef coğrafyamızda yaşayan bazı canlı türlerini yok olma tehdidiyle karşı karşıya bırakıyor.
Tuz Gölü’nde geçen yıl bunu çok acı bir şekilde yaşadık. Vahşi sulama ve su kaynaklarına set çekilmesi nedeniyle çölleşen Tuz Gölü havzasında binlerce flamingo can verdi. Oysa flamingo, Türkiye için özel bir tür. Sürülerin uçuşunu izlemek, hassas gözler için, deyim yerimdeyse dünyaya bedel. Çünkü onlar uçarken gökyüzünü pembeye boyuyorlar. Hele güneş ufka
Yeni av sezonu yine tartışmalı başladı. Nesli küresel ölçekte tehdit altında olan; elmabaş patka ve üveyiğin, avlanabilecek hayvanlar listesinde yer alması, yaşam savunucularını bir kez daha hayal kırıklığına uğrattı
Üveyik; kumrudan biraz daha küçük bir kuş. Kısa kuyruklu ve sivri kanatlı. Uçuşu hızlı. Ötüşü huzurlu bir kediyi çağrıştırıyor. Ama o huzur, bugünden itibaren avcıların kurbanı olacak. Çünkü üveyik, tüm itirazlara karşın yine ülkemizde namlunun ucunda.
Elmabaş patka ise orta boylu dalıcı bir ördek. Erkeğinin başı ve boynu kırmızı, dişisinin ise açık kahverengi. Suda süzülüşü masal karesi gibi. Kesik kesik ötüşü, uzak mesafelerden bile duyulabilyor. Ancak keşke o sesi, avcılar hiç duymasa. Çünkü elmabaş patka da aynı üveyik gibi, bu yılki av listesinde yer alıyor.
‘Kırmızı liste’deler
Oysa ki bu 2 tür, Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği’nin (IUCN) ‘kırmızı listesi’nde bulunuyor. Yani, soyları tükenme tehdidiyle karşı