Tolga Karaçelik’in filmi ‘Kelebekler’, bugün vizyona giriyor. Önceden seyretme şansı olan herkesin yaptığı gibi, ben de filmi yere göğe sığdıramıyorum. Yapım, dünyanın en önemli festivallerinden birinde büyük ödülü alıp gelmiş, ben kendimce övgülere boğmuşum çok mu? Değil elbette. Ama güzel olan, ben ve benim gibi izleyicilerin naçizane övgüleri ‘Kelebekler’i yazan ve yöneten Tolga Karaçelik’i gerçekten mutlu ediyor. Böbürlenmiyor ve büyük laflar etmiyor. Kibir deseniz, yanından bile geçmiyor. İşte o zaman anlıyorum; ister “Sanat filmi” deyin, ister “Ödüllü”, ‘Kelebekler’in sırrı, Tolga Karaçelik’in kendisi gibi naif ve samimi olması.
Filmin hepimize dokunan, sıcak ve yalın bir anlatımı var. Melodramsa melodram, komediyse komedi, bu işte büyülü bir dünya bulunuyor. Hızlı değişen inişli çıkışlı duygu halleriyle, sıradışı karakterleri ve mekanlarıyla tam seyirlik bir hikaye...
‘Kelebekler’, Karaçelik’in üçüncü filmi. Önceki yapımları ‘Gişe Memuru’ ve ‘Sarmaşık’ da festivallerin yıldızı oldu ama ne yazık ki, Türkiye’de yeterli seyirciye ulaşamadı. Sanat filmi deyince, seyirciyi uzak tutan malum önyargının kurbanı haline geldi. Sinema salonu sahipleri, dağıtım ve kopya sayısı gibi
Kim ne derse desin, Türkiye’de polisiye dendiğinde akla gelen ilk isimdir Ahmet Ümit. Popülerliği tartışılmaz. Kitaplarının ortalama
500 bin sattığını da düşünürsek, yazarla okuru arasında kutlanması gereken bir alışveriş olduğu muhakkak. Son romanı ‘Kırlangıç Çığlığı’ da aynı yolda ilerliyor. Eserin 300 bin adetlik ilk baskısı bir solukta tükendi. İkinci baskısı da bu hafta raflardaki yerini aldı.
Bir okur olarak, Ahmet Ümit romanlarının polisiye kurgusu, sürükleyiciliği ve merak uyandıran gizemi bir yana, tarihe ve insanlığa dair sorgulama çabasını önemsiyorum. Bir önceki romanı ‘Elveda Güzel Vatanım’, yakın tarihimizden İttihat ve Terakki dönemini tartışmaya açmış, hatta yeni bir bakış açısıyla bugüne uzantılarını düşündürmüştü. ‘Kırlangıç Çığlığı’ ise çok daha derinlikli bir sorgulamayla karşı karşıya bırakıyor bizi. Bu kez insan olmaya dair bir yüzleşme sunuyor. Kitabın meselesini en iyi anlatan cümle, ‘Vicdanını yitirmiş bir dünyadan başka nedir ki cehennem?’ Çıkış noktası ise çok daha temel bir soru, ‘İnsan nasıl bir mahluk?’ İnsan dediğimiz mahluk ne salt iyi ne de salt kötü olabilir. Ama görüyoruz ki, insanoğlu zaafları, defoları ve hırslarıyla diğer canlı türlerinden
Biz 90’ları çok sevmişiz. Sadece 20’li yaşlarda olduğumuz için değil, kendimizi daha iyi ifade edebildiğimiz, belki de daha özgür olabildiğimiz için iz bırakmış 90’lar bizde.
O yıllarda zihnimiz açık, vizyonumuz geniş, yapabilme ihtimalimiz sonsuzmuş.
90’lı yıllara ait biraz da aykırı bir kesiti beyazperdede resmeden 2010 yapımı ‘Kaybedenler Kulübü’nü seyrettiğimde, o yüzden “Bu bizim filmimiz” demiştim. 90’larda Kent FM‘de program yapan Kaan Çaydamlı ile Mete Avunduk‘un hikayesi, sinemamız için sıra dışı ve özgün bir anlatım olmuştu. Kaan ve Mete’ye hayat veren Nejat İşler ve Yiğit Özşener‘i her türlü kabulumüz diyerek kahramanlarımız kabul etmiştik. Yıllar içinde de ‘Kaybedenler Kulübü‘, Türk filmleri içinde kült bir yapım olarak yerini almıştı. Aslına bakarsanız, sanki yaşanmış ve bitmişti.
Sonra bir süpriz oldu, aynı ekip filmin ikincisini çekmeye karar verdi. ‘Kaybedenler Kulübü’nün gerçek hayatta üç kahramanı vardı: Kaan Çaydamlı, Mete Avunduk ve Mehmet Ada Öztekin. İlk filmi Öztekin ve Tolga Örnek yazmış, Örnek yönetmişti. İkinci filmi ise Öztekin yazdı ve yönetti. Yani kendi hikayelerini anlatmaya devam etti. İşler‘le ‘Bodrum Masalı’nı çektikleri günlerde konuşup, “Olur
Söyleyen doğru söylemiş; üç evrensel dil varmış: Müzik, matematik ve sinema. Bu cümle 90’ıncı kez gerçekleşen Oscar ödül töreninden aklımda kalan cümlelerden biriydi. Son romantik olduğumu düşünebilirsiniz ama Akademi’nin yarışa aday ve ödüle değer gördüğü filmler, bir süreliğine de olsa insanlığı ortak cümlelerde birleştiriyor gibi geliyor bana. Orta Doğu kaynarken, Batı ile Doğu giderek daha keskinleşen bir şekilde ayrışırken, sinemaya gönül verenlerle dünyanın dört bir yanında onların filmlerini izleyenler, hâlâ ortak meselelerin ve dertlerin peşindeymiş gibi geliyor bana.
Sunucu Jimmy Kimmel’in telaffuz ettiği ‘o pozitif dünya’ mesajını önemsiyorum, mesela. Din, dil ve ırk ayırmadan öteki olana sahip çıkan ‘Hollywood imajı’na inanmak istiyorum. Oyuncusuyla, yönetmeniyle ve yapımcısıyla bütün bir sektörün, göçmenleri dışlayan Trump yönetimine karşı özgürlükçü duruşuna şapka çıkarıyorum.
‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü alan Frances Mcdormand’ın sinemaya değer katan tüm kadınları ayağa kalkmaya davet ettiği anlarda duygulanıyorum. Bir yıl önce ‘fazla beyaz’ olmakla eleştirilen ödüllerin bu yıl siyahı beyazdan ayırmamaya özen gösteren bir dağılımla verilmesini beğeniyle izliyorum.
Türk sinemasındaki komedi furyası içinde kendine özgü mizah anlayışıyla diğerlerinden ayrılan bir isim var; Selçuk Demiray. Televizyonda ‘İşler Güçler’, ‘Kardeş Payı’ gibi projeleri, sinemada ‘Düğün Dernek’ ve ‘Çalgı Çengi’ serileriyle yakaladıkları sadık bir izleyici kitlesi var. Belli ki, onlarınkisi Murat Cemcir ve Ahmet Kural’la birlikte uzun soluklu bir yol arkadaşlığı... Nitekim, eğer bir kriterse, onlar ‘Düğün Dernek’lerle rekor izleyiciye ulaşmış bir ekip. Şimdi ise yeni filmleri ‘Ailecek Şaşkınız’ ile seyirci karşısına çıkıyorlar.
Film, ilk anda fakir kız-zengin erkek hikayesi gibi görünse de, aksine, klişelerle dalga geçiyor, emsallerine kıyasla ters köşe bir mizah sunuyor. Ahmet Kural ve Murat Cemcir ise kendilerini tekrar etmeden, bambaşka tiplemelerle boy gösteriyor.
Üstelik her yeni filmde değerli oyuncular da ekibe katılıyor. Bu projede de,
Cengiz Bozkurt, Saadet Işıl Aksoy ve
ustalar Mustafa Alabora, Ayda Aksel gibi isimlerle kadroları zenginleşiyor.
‘Peki, bu filme çok gülecek miyiz?’
Biliyorum ki, komedi deyince, bizim seyircimizin aklındaki tek soru bu. Referans oluşturacaksa, cevap şu olabilir; eğer bir sinema filminde hâlâ asgari düzeyde de olsa nitelik
Erler Film, 61 yaşında
Mesleğini hiç ara vermeden 60 yıl devam ettirmek herkese kısmet olmaz. Hele bu, aşkla ve tutkuyla bağlı olduğunuz bir işse, dünya üzerinde sizden şanslısı bulunmaz. Meslek büyüğümüz Türker İnanoğlu’yla her buluşmamızda bunu daha iyi anlıyorum. Bu yıl Erler Film, 61 yaşında... Erler Film’le birlikte İnanoğlu’nun müthiş mesleki hikayesini bilmeyen yoktur. Türkiye’de filmcilik alanında hep öncü olmuş ve ilklere imza atmıştır. Yanı sıra, sinemamızla ilgili ülkemizdeki en büyük kitaplıklardan birini oluşturmuş. TÜRVAK’ı ve ona bağlı sinema ve tiyatro müzesini kurmuş. TİM Show Center’ı açarak, gösteri merkezlerinin en aza indiği dönemde de sahne olarak hizmet vermiştir.
Dizi sektörüne veda edecek
Üstelik, yıl 2018 olduğunda da üretmeye devam ediyor. İki yeni televizyon dizisi ve bir sinema filmi için proje aşamasındaki hazırlıklarda sona geliniyor. İnanoğlu, Arap aleminin büyük romancılarından Necip Mahfuz’un ‘Başlangıç ve Son’ adlı romanının haklarını aldığını, dizilerden
birinin uyarlama olacağını anlatıyor. Oyuncu seçimi de yapılıyor.
Kadroda, epeydir televizyona iş yapmayan Nehir Erdoğan yer alıyor. Bu arada, inanması zor ama İnanoğlu iki diziden sonra bu sektöre
Bu hafta iyi filmler haftası... Hikayesi etkileyen, oyunculuklarıyla göz kamaştıran ve ana akımda da yer bulabilecek yerli filmler bana umut veriyor. Bu vesileyle size vizyona giren iki yeni filmi hararetle tavsiye ediyorum.
‘HADİ BE OĞLUM’
Kıvanç Tatlıtuğ, uzun bir aradan sonra ‘Hadi Be Oğlum’la yeniden sinema seyircisiyle buluşuyor. ‘Kelebeğin Rüyası’ndan sonra yer alacağı filme karar vermek için içindeki sesi dinleyip, ince eleyip sık dokuduğunu, sonunda ‘Hadi Be Oğlum’a ikna olduğunu anlatıyor. Filmi seyredince, anlıyorum ki, Tatlıtuğ sahip olduğu şöhretin gölgesine sığınıp, çeşme akarken doldurmak derdinde değil, aksine, sinemada oyuncu olarak iz bırakmak isteyen, zoru seven ve her seferinde üzerine ekleyen bir aktör.
Oyunculuk doğuştan yetenek
Filmin hikayesi, özel bir çocukla hayatta tek başına kalan fedakâr bir babanın verdiği mücadele üzerine kurulu. Gerçek hayatta karşılığı olan, duygu dolu ve içimize işleyen bir hikaye elbette. Özel olansa, yönetmeni Bora Egemen ve senaristi Fırat Parlak’ın ‘çok ağlatan’ bir film çekmek kolaycılığına kapılmamış olması.
Tatlıtuğ ile küçük oyuncu Alihan Türkdemir’in uyumu göz kamaştırıyor. Türkdemir performansıysa, oyunculuğun doğuştan bir
Çoğunlukla bizi acı bir araya getirir. Özellikle epey zamandır kopmuşsa aramızdaki bağ... Sözkonusu olan aile ise, çok daha ağırdır aslında tekrar bir araya geldiğinde yüzleşmek. Artı Sahne’de bu hafta prömiyer yapan ‘Beyaz’ adlı oyunda, böyle ayrı düşmüş, uzak kaldıkça ilişkileri kopmuş iki kardeşin hikayesi anlatılıyor. Deniz Çakır ve Derya Alabora’nın hayat verdiği kızkardeşler, ölüm yatağındaki annelerinin başını beklerken, döküyorlar eteklerindeki taşları. Ölüm bir araya getiriyor ya onları, o yüzden çok üzgünler. Ama onlar anlattıkça, anlıyoruz ki, üzüntüleri bir o kadar da kendi yoksunluklarından kaynaklanıyor.
Kapanmamış yaralar
Küçük kızkardeş evli, çocuklu ama belli ki mutsuz. Çocuğu için fedakârlık yapmış. Öyle ki, sevdiği adamı bırakıp gelmiş. Kendince annesinin de tüm sorumluluğunu alarak, iyi kız olmak istemiş. Uzaktan gelen ablasıysa annelerinin istediği gibi ‘sanatçı’ olmuş. Gel gör ki, kendi deyimiyle onun da hiçbir şeyi olmamış. Velhasıl eksik kalmışlar. Belki anneleriyle babaları ayrıldığından beri hiç kapanmamış yaraları...
Niyetleri birbirlerini acıtmak değil...
Güzel olan, onca zaman sonra bir araya geldiklerinde, niyetleri birbirlerini acıtmak değil. Çünkü