Anlatacaklarım, mağduru oldukları olaylarda suçlular yerine cezalandırılan kız çocuklarının hikâyesidir.
Üniversite yerine kendisini uzak bir fabrika köşesinde bulan Hanife’nin hikâyesi.
***
Hanife’nin sözleriyle başlayalım:
“Yaşıtlarımı gördüğümde kendime acıyorum. Onlar sabah okula giderken, ben fabrikaya gidiyorum. Onlar tertemiz halde gelirken, ben üstüm başım kir, ıslak halde işten geliyorum. Hayatımı elimden aldılar. O yaşta evlenmek zorunda kaldım. İstediğim hayat bu değildi. Okumak istiyordum, meslek sahibi olacak, kimseye muhtaç olmayacaktım. Çevremdeki insanlar, çocuklarını okutmak için çalışıyorlar. Bana neden okumadığımı soruyorlar, bir şey diyemiyorum, oturup ağlıyorum. Şimdi kalkıp bir de beni suçluyorlar. Mağdur olan kim, ezilen kim, hayatı biten kim, fabrikalarda sabahlayan, bazı günleri aç geçiren kim?”
***
Bütün bu isyana neden olan olaylar, 2014’te Mardin Derik’te yaşandı.
Lise son sınıfta okuyan, 18 yaşına henüz adım atan Hanife Çelik, birkaç kez ayaküstü konuştuğu kişinin “sarkıntılıklarına” maruz kalınca korktu.
Caretta’lar, tekne turları, hafta sonları, yıllık izinler umurlarında olmaksızın, tüm doğallıklarıyla yüzüyor, besleniyor, yumurtluyor ve doğanın biçtiği rol neyse sorgulamaksızın yerine getiriyordu.
İnsanlar yaşam alanlarına gelip beton bloklarla doldurduklarında bir başka yaşam alanı oluşturdular. Tekneler, o yaşam alanlarına gelip, “Burada caretta’larla yüzebilirsiniz” anonsları yaptığında da ne olup bittiği çok umurlarında değildi.
Deniz büyüktü, paylaşılabilirdi.
İnsanlar, iyiden iyiye diplerine kadar gelip, günde 10 tekne yaşam alanlarına demir attığında biraz huzursuzlandılar.
Tabiatları hırçın değildi, uzatılan yemeği aldılar.
Sonra bir kez daha aldılar. Demek ki buraya gelenlerin kendilerine yemek vermek gibi bir huyu vardı.
Sonra birkaçı vermedi, istediler.
Psikolojileri bozuk ilan edildi, yakalanıp ıslah edilmeleri gerektiği söylendi, “mağdurları” ağladı, bir tanesi, “Yakından fotoğrafını çekecektim, gelip ısırınca makineyle kafasına vurdum” bile dedi.
Günler, yaşadı- ğımız olayların daha dumanı tüterken bir yenisini yaşadığımızdan olacak, zalim bir hızla geçiyor.
Muhtemel ki herkes için aynı hızda değil.
Mücadele ettikleri örgüte yardımla suçlanan cezaevindeki gazeteciler, şeffaflık peşinde koşarken ajanlıkla suçlanan sivil toplum örgütü aktivistleri için için her saat, birkaç saat anlamına geliyor muhtemel.
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın anneleri için her gün, birkaç dakika.
Anlamlar da zaman gibi değişken.
Sahaya giren taraftarlarının yarattığı şiddeti meşrulaştırmak isteyen Konyaspor örneğin, düşünüp taşınıp, açlık grevini sürdüren Gülmen ve Özakça için yapılan, “Ölmesinler” çağrısını tüm şiddete gerekçe gösterebiliyor.
Pankartta “Eylemleri haklı” denilmiyor, “Herkes aynı eylemi yapsın” denilmiyor, herhangi bir önermede ya da hükümde bulunulmuyor.
Sadece hükümetin de daha geçen hafta paylaştığı, “Ölmesinler” dileğini paylaşıyor pankart ama nasılsa tahrik ediyor.
H.P. adlı itirafçı, Adil Öksüz’ün 1 değil, 5 değil, 10 değil tam 20 yıldır Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın imamlığını yaptığını söylüyor.
Malum, yasa dışı örgütlerin faaliyetlerinin yoğun olduğu ülkelerde en gözde mesleklerden biri de itirafçılıktır.
Ancak tüm dünyadan farklı olarak, Türkiye’de bu insanların çok makbul sayılmaları gibi ayrıca bir gariplik vardır.
Kimi itirafçılar bir araya getirilip JİTEM kurulur örneğin.
Sonra JİTEM’den kaçıp cinayetleri anlatanlar hain ilan edilir.
Susurluk’u anlatanlar “deli.”
Ergenekon’da “kahraman” sayılan “Osmanım” gibi itirafçılar, kaçacak yer arar.
İfadeleri üzerine koca koca davalar inşa edilen itirafçının hakkındaki gizlilik kararı, başka bir güvenlik birimine de konuştuğu için devletin diğer bir biriminin talebiyle kaldırılır.
Tam 9 aydır özgürlüklerinden mahkûm bir halde, çocuklarına, eşlerine, sevgililerine, anne-babalarına, kardeşlerine, dostlarına hasret olmasalar duruşma gayet eğlenceli.
Cumhuriyet davasının hafta başında başlayan ve cuma günü sonlanan ilk duruşması...
Gazeteci sanıklar, yine çocuklarına sarılamadılar, gayet sakıncalı!
Çocukları gururlu, babalarından emin.
***
Aynı sıralarda Ankara Batı 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde de Diyarbakır’daki HDP mitingine IŞİD’in düzenlediği bombalı saldırı davasının duruşması var.
4 kişinin yaşamını yitirdiği, 5 sanıklı davanın önceki duruşmasında, bombayı miting alanına getirdiği iddia edilen sanık Orhan Gönder, aniden savunmasını değiştirmişti. Alana getirdiği poşette bomba değil uyuşturucu olduğunu, poşete sonradan ne konulduğunu bilemeyeceğini söylemişti.
Büyükada’daki toplantının ‘kozmik’ olmadığının gözden kaçırılan küçük bir kanıtı daha var. Ajanlıkla suçlanan STK temsilcileri, tanımadıkları ücretli tercümanı böylesine gizli toplantıda görevlendirmiş. Ne büyük ihmal!
Bu coğrafyanın ikliminde büyümüş çocuklara, sarsıcı ve şaşırtıcı gelmiyor olaylar ve kelimeler.
Mesleği asker veya polislik olmayan 23 yaşında bir çocuk, büyürken babasına, “Şehit olacağım” diyebiliyor.
Öldürülmesinin adı, öldürenlerce kolayca, “cezalandırma” konulabiliyor.
Açıklanamaz bir dil bu.
Dört çocuğunu okutmak için inşaatlarda sabahlayan bir baba, öğretmen oğlunun yolunu gözleyen bir anne.
Sadece kendisi için adalet isteyen hak savunucusu olamaz. Vergisini verdiği kurşunla öldürülen insanların hakkını da, dövülerek öldürülen askerlerin hakkını da, sonrasında haksızlığa uğrayanın hakkını da savunmak görevdir
Meselelere sakince, bir kenara çekilip, suyun akışını izler gibi bakabilmek için önce oturup sırtını bir ağaca, taşa, duvara dayayabilmek gerekiyor.
Güvende hissetmek, sırtından vurulmayacağını bilmek.
15 Temmuz’un üzerinden 1 yıl geçti.
O geceden bugüne yaşananlar ne kadar gerçekse, o gece yaşananlar da ölümü, yaralanmayı, sonrasının olmamasını her an düşündürecek kadar gerçekti.
Nedenleri, nasılları, niçinleri o an hiç düşündürtmeyecek kadar gerçek.
9 aylık hamile Emani Al Rahmun, çok yaklaşan doğumu için hazırlanıyordu.
Suriye İdlip’ten kocası ve bebeği ile birlikte kaçıp gelirken, orada görmediği şiddeti Sakarya Kaynarca’daki ormanda göreceğini hiç düşünmemişti muhtemel.
Tüm savaşların kutsalı ve dokunulmazı hamile kadın, doğumu bekliyordu artık.
O ormanlık alana kaçırılmasa, 11 aylık bebeği Halaf Al Rahmun’un kardeşi doğacaktı.
İhtimal ki bir hafta sonra yapacağı doğuma hazırlanırken, sosyal medyada kopartılan “Nasıl da ürüyorlar, evlerine dönsünler” fırtınasını da hiç duymamıştı.
Birkaç gün sonra, o kampanyaya büyük öfkeyle katılanların bir bölümünün pişmanlık duyacağını, bir bölümünün ise yaşanılanları hiç üzerine alınmayacağını da bilmiyordu.
Evinden kaçırıldı, tecavüz edilerek öldürüldü.
Hem birlikte kaçırıldığı, hem karnındaki bebeği de kendisiyle birlikte can verdi.