Devlet ve millet hayatımızda böylesine bir tehlikeye duçar olduğumuz, tarihimizin hiçbir devresinde görülmedi.
Nice savaşlar yapıp, nice galibiyetler kazanıp, nice mağlubiyetler gördük; ama 15 Temmuz’daki gibi vücudumuzun en ücra köşelerine kadar nüfuz edip metastaz yapan kalleşçe, alçakça ve soysuzca olanını görmedik.
15 Temmuz’daki düşman, her zaman olduğu gibi dışardan kumandalı ise de canımıza, malımıza ve tüm mukaddesatımıza kasteden ve yine onların uzantıları olan içimizdeki düşman, evlerimizde bizimle kardeş, arkadaş, ana-baba, dayı, yeğen, amca, eş, çocuk, dede, torun idi!
Eskiler anlatırlardı: Birbirine komşu olan velakin düşman iki kabile varmış. Aralarındaki kan davası bitmek bilmiyormuş. Bundan dolayı da asla birbirlerinden kız alıp vermezlermiş. Günün birinde bu iki düşman kabilesinden bir oğlanla kız birbirlerine deli gibi âşık olmuşlar. Normal şartlarda o kızı isteyip gelin edebilmenin imkân ve ihtimali yokmuş. Bundan dolayı kız kurtuluşu, düşman kabilenin çocuğuna kaçmakta bulmuş.
Kabilenin ileri gelenleri durum değerlendirmesi için toplanmış. Kızı geri gönderirlerse, hem kızı vurup öldürecekler ve hem de sevgilisi elinden alınan genç intihar edecek. Sonuçta şöyle bir karar alıyorlar: Kız da bizim oğlan da... Kız, her ne kadar düşman kabilesinden ise de bizi sayarak gelmiş ve namusunu bize emanet etmiş, bizim de ona sahip çıkmamız gerekir derler ve gençleri evlendirirler.
Ama gelin görün ki uzun yıllara baliğ olan bu evlilik bir türlü karşılıklı güven üzerine kurulamaz. Şüphe ve korku erkek tarafını bir ömür boyu kemirir. Ve bizim sırılsıklam âşık damadımız, eşinin yanında, yatakta dik oturarak ve mavzer dizleri arasında olarak yıllarını geçirir.
Böyle bir hayat çekilir mi? Daha açık ifadesiyle, güvensizlik ve korku üzerine evlilik bina edilir mi? Kör olası aşk, insana neler yaptırmaz ki?
Mesele, sahte de olsa din olunca, bu denli marazi aşkları ister istemez bağrında taşıyor ve bağlılarının gözlerini kör, kulaklarını sağır ve kalplerini mühürlü kılıyor. Yani gerçeği, hakikati ne kadar kıymetli ise, sahtesi de aynı derecede kıymetsiz ve tehlikeli oluyor. Tıpkı silah gibi, insanı kahraman da yapar, katil de... Ama biz bunları sevmesek de ve hatta kendilerinden nefret etsek de FETÖ’cüler -ki bunlar bizim hısım akraba veya arkadaş olarak yakınlarımız- evlerimizde, iş yerlerimizde, sokağımızda, mahallemizde dolaşıyorlar!
Bunlarla kavgada, uzun süre neredeyse tek başına kalan Sayın Cumhurbaşkanı, inlerine gireceğimizi söylemişti. Gördük ki inlerine girmekle iş bitmiyor.
Topluca bu mücadeleye girişmek şarttır ve hiç kimse kendini bu sorumluluktan kurtaramaz. Ortada bile kalınamaz; herkes tarafını açıkça belli edecek ve kıyasıya mücadeleye girişilecek.
Oğlumuz, kızımız, anamız-babamız gibi en yakınlarımız da olsalar, kimsenin gözünün yaşına bakmamalıyız. Bilmeliyiz ki acırsak acınacak duruma düşeriz; hem de en yakınlarımız tarafından.
Bunlarda yakınlık mefhumu yok; bizden (FETÖ’cü) olan ile olmayanlar var. Mankurtlaştırılmış çocuk babasını (FETÖ’cü değil diye) kâfirlikle itham ediyor ve babam değilsin diyor; aynı şekilde uyuşturulmuş bir diğer baba da oğlunu evlatlıktan reddediyor!
15 Temmuz’da görmedik mi; makineli tüfeklerle, uçaklarla, helikopterlerle halka rastgele ateş edenler, kimi kimseden ayırdılar mı? Bu benim annem, kardeşim, oğlum deyip ayırt ettiler mi?
Âcizane kanaatimiz şudur: Özellikle 15 Temmuz’dan sonra, hâlâ mahut yapıya ses çıkarmayan, aymazlık gösteren ve ne olmuş ki diyenler gafletten çok öte, ihanet içindeler. Peki ya, şom ağızlılık edip ‘kontrollü darbe’ diyenler? Tekrar tekrar belirtmeliyiz ki bu nasipsizler, FETÖ’nün uçaktan, tanktan ve helikopterden ateş eden gözü dönmüş paryalarıyla aynı paraleldeler! Hatta onlardan da tehlikelidirler; çünkü birine, büründüğü kuzu postunu yırtıp gerekli cezayı verebiliyorsunuz ama diğerinin köseleden suratına tükürsen bile duymuyor ve en yüksek perdeden FETÖ’nün borusunu öttürmeye devam ediyor!
Canibaşının (F. Gülen) kendisi bile, bu kalkışmanın laik-Kemalist bir darbe olduğunu itiraf ederken, ‘kontrollü darbe’ iftiracısı, şom ağızlı nasipsizlere ne oluyor?
Bu, bir siyası partinin meselesi olmaktan çıkmıştır; zira yaşanan, millete yaşatılan bu korkunç olay, ikinci bir kurtuluş savaşıdır.
Birincisinde olduğu gibi, topyekûn bir milletin, el ele vererek karşı koyuşu söz konusudur. Şu farkla ki birincisinde düşman, dışarıdan; ikincisinde ise, düşman hem dışarıdan ve hem de içeridendi. Ayrıca, birincisinde inancın yanında, elde, kazma-kürek de olsa, çeşitli silahlar vardı; ikincisinde ise, elde bayrak ve yalnızca göğüslerde sarsılmaz bir iman vardı.
Dememiz o ki: Tüm dünyanın şaşkınlıkla izleyip gıpta ettiği bu karşı koyuş FETÖ’nün yenilgisi için kâfi değildir. Aynı kararlılıkla, aynı inanç ve azimle ve de aynı birlik ve beraberlik ruhuyla bu mücadelenin sürdürülmesi gerekir.
Ta ki içimizdeki bu ayrık otları tek tek ayıklanıp temizleninceye kadar...