Bin yıl sürecek denilen 28 Şubat postmodern faşist darbesinin üzerinden 22 sene geçti.
Zorbalığı beş yıl bile sürmese de, diğer darbeler gibi, bu da toplumda derin travmatik izler bıraktı. Halkın bir kısmını ötekileştirdi ve bunları devletiyle karşı karşıya getirdi.
Ne kendileri rahat ettiler ve ne de topluma huzur verdiler.
Bütün darbelere ve onları yapanlara dikkat edin; Atatürkçü olduklarını söylerler ve darbeleri de onun adına yaptıklarını ilan ederler. Halbuki Atatürk, Meclis’in üstünde güç tanımazdı; bunlar ise, Meclis’i işlevsiz kılarak, kendileri yönetmeye kalkışırdı. Ne menem Atatürkçülükse...
Genç bir bayan akademisyenden aldığım e-mail’i aynen aktarıyorum:
“İlkokuldaydım. Televizyonun ana haber bülteninde heyecanlı bir sunucu, baskınla (!) yakalanan sakallı bir adamı sürekli teşhir ediyor. Konuk ettiği, iki gözü iki çeşme, sözde mağdur olmuş bir bayan ise hıçkırıklara boğularak ağlıyordu.
Söz birliği etmişçesine tüm televizyon kanalları ‘irtica’ yaygaralarıyla yeri göğü inletiyordu.
Anlı şanlı sunucuların irtica diye ekranlara getirdikleri manzaralar ise, lisede namaz kılan çocuklar, üniversite diploma törenlerine katılan başörtülü kızlar, İmam Hatip Lisesi’nde Kuran-ı Kerim dersindeki başörtülü kız çocukları...
Kısaca, Cumhuriyeti ve laikliği tehdit unsuru olarak, benim, annemin ve bizim gibi milyonlarca insanın başörtüsü gösteriliyordu.
Öğretmenim başörtülü bir kadındı. Yasak sonucu, önceleri sadece derste başını açmaya başladı; daha sonra aynı yasak okulun dış kapısına taşındı. Öğretmenimiz istifa edip görevinden ayrıldı.
Üniversiteye geldim; kampüse giren belediye otobüsündeydim. Ana kapıdan geçerken otobüs durduruldu, güvenlik görevlisi geldi ve başımı açmam gerektiğini söyledi. Aksi halde giremezsin dedi. Suçumun ne olduğunu sordum; başörtümle güvenliği tehdit ettiğimi söyledi.
İrkildim ve kendimi canlı bomba sandım. Başımı açıp içeri girdim; okulun güvenliği sağlanmıştı!
Güvenlik görevlileri ve otobüs şoförleri, her müdahalede biraz daha mahcup bir edayla, kendilerinin ailelerinin de başörtülü olduğunu dile getirip, emir kulu olduklarını söylüyorlardı.
Mezun oldum. Başörtüsü yasağı yalnızca kamu kuruluşlarında yoktu. İş için başvurduğumuz özel kuruluşların yetkilileri de başörtülü bayan çalıştıramayacaklarını, bazen kibarca, bazen de pervasızca dile getiriyorlardı.
Siz vebalı olmasanız da, muhataplarınızın söz ve davranışları size vebalı olduğunuzu hissettiriyordu.
Peki, ben ne yapmıştım? Benden neden rahatsız oluyorlardı? Ben niçin böylesine bir tehdit unsuru olarak addediliyorum? Bu sorulara hiçbir zaman doğru dürüst bir cevap bulamadım.
Koca koca adamlar, modern-özgürlükçü kadınlar yıllarca başörtüsü yasağını tartışıp durdular. Usanmadılar, uslanmadılar, utanmadılar...
Üniversitelerde ikna odaları kurup, faşistlikte rakip tanımadılar.
Gelinen bugünde, tüm bu kepazeliklere son verildi. Postmodern faşistlerden hiçbirisi pişman olmadı ve özür dilemedi.
Demek ki konu başörtüsü değildi; Müslümanca inançtı. İnançla savaştı.
Ancak bilmiyorlardı ki inançla savaşılamazdı.
Yenildiler...”