NATO, iki kutuplu dünyanın, Sovyet tehdidine karşı kurulan bir askeri pakttı. Sovyetler’in başını çektiği paktın adı ise, Varşova Paktı idi. Eski Varşova Paktı üyeleri olan Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan 1999’da NATO’ya katıldı. Daha sonra, diğer Doğu Avrupa ülkelerinin (Estonya, Letonya, Litvanya, Slovenya, Slovakya, Bulgaristan ve Romanya) de katılımıyla NATO üyesi ülke sayısı 26’ya çıktı.
Uluslararası Askeri İttifak olarak bilinen Kuzey Atlantik Paktı, teşkilat dışında kalan ülkelerden gelebilecek saldırılara karşı ortak savunma yapmak amacıyla kurulmuştur.
NATO’nun en önemli özelliği, anlaşma metinlerinde de geçen, üye ülkelerden herhangi birine yapılan saldırının tüm üye ülkelere yapılmış olarak kabul edilmesidir.
Fransa, NATO’nun kurucu üyeleri arasında bulunmasına rağmen, eski Cumhurbaşkanı General Charles de Gaulle, NATO’ya her zaman şüpheyle baktı. Zira bu denli bir askeri yapılanmada, bütün müttefiklerin ABD’nin kontrolüne geçtiğine inandı.
Bu yüzden Fransa’yı 1966 yılında NATO’nun askeri kanadından ve yapılanmasından çekti. De Gaulle bu kararı alırken NATO’nun genel merkezi ve askeri karargâhları Paris’te bulunuyordu.
Genel merkez ve karargâhlar Brüksel’e taşındı.
Yunani
Dava insanı, davasının eri olur; ihtiraslarının esiri olarak ikbal peşinde koşmaz.
İnsanoğlu çiğ süt emmiştir; yaratılışında emsalsiz güzelliklerin ve üstünlüklerin yanında, aynı şekilde emsalsiz çirkinlikleri, kötülükleri ve alçaklıkları barındırır.
Baş olma, hükmetme sevdası nefsin vazgeçemeyeceği ve son nefesine kadar götüreceği bir özelliğidir. Burada kişinin niyeti öylesine önemlidir ki yapacağı işten daha mühimdir.
İşte dava adamlığı da, bu niyette, bu niyetin nasıl ve niçin olduğunda kendini belli eder.
Siyaset kurumu, nefsin baş olma-hükmetme arzusu için tam bir turnusol kâğıdı konumundadır. Doğru bir niyetin olmadığı bu anlayışa göre, kişi, lideri tarafından aday gösterildiğinde vezir, gösterilmediğinde rezil olacağına inanır.
Aday gösterilir ve üstelik seçilip vezir olursa, dava insanıdır(!). Lideri, en büyük lider olup, ‘ölünceye kadar onun emrinde çalışmayı şeref bilir’. Bunun tersi olunca da ne lider, ne şeref kalır; hepsi birden ayaklar altına alınır.
AK Parti kurucuları, dava partisi olarak yola çıktıklarını söylediler. AK Parti kurulduğunda doğan çocuk bugün 18 yaşında. 17 yıllık iktidar sürecinde neler geldi, neler geçti?
Nice tepelerin (!) gerçekte birer bostan kuyusu ol
Tıpkı tarihimiz gibi, demokrasi serencamımız da ihanetlerle doludur. Malum, demokrasinin olmazsa olmazı siyasi partilerdir. Siyasi partiler de genel olarak; ideolojik partiler ve kitle partileri olarak ikiye ayrılır.
Demokrasiye geçmeye karar verdiğimiz 1946 yılında; mevcut olan CHP’ye, yine kendi içinden alternatif bir parti (DP) doğdu. İşte bizim demokrasimiz bu iki ana damar üzerinden bugünlere geldi.
Daha doğrusu, gelmeye çalıştı. Zira geçen bu 70-80 sene esnasında her on yılda bir yapılan askeri darbelerle demokrasimiz doğrandı; kuşa çevrildi.
Kamil manada demokratik bir gelenekten gelmiyorduk ve demokrasinin çilesini çekmemiş, onun için her hangibir bedel ödememiştik.
Çok partili demokratik sistem bize dışarıdan dikte edildi ve dışarısının arzusu istikametinde yapılandırıldı (vesayet). Bu çarpık durum 1960 darbesi sonucu yapılan anayasa ile kurumsallaştırıldı. Artık iş, askerin, rejim için tehlike görmesine kalmıştı (35. Madde).
Her kafası estiğinde, bu tehlikeyi görüp darbe yaptı.
Dış güdümlü mahut askeri vesayet( gerçekte ise, dışarısının NATO), seçilmişlerin başları üzerinde Demokles’in kılıcı misali her daim sallandırıldı.
Her on yılda bir tu-kaka edilen siyasetin gelişmesi, ku
Ekrem İmamoğlu şaşırtmaya devam ediyor. Seçim kampanyasında da şaşırtmıştı; zira CHP’nin alışılagelen, karalayıcı, inkâr edici ve yıkıcı dilini kullanmaktan özellikle kaçınmıştı. Her söz ve davranışıyla adeta muhafazakâr demokrat (tipik AK partili) profili çizmişti.
Bunda da son derece başarılı oldu ve karşı kesimlerden umulmadık oylar aldı.
Lakin seçimlere şaibe karışması iddialarına karşı tutumu ve daha önemlisi, bu haliyle bile oyların birbirine çok yakın çıkması ve kendisinin bir tık önde ilan edilmesi durumunda sergilediği tavırlar da çok şaşırtıcı olmuştur.
Bu demektir ki Ekrem İmamoğlu başkan olsa da, olmasa da şaşırtmaya devam edecek!
Seçildiği takdirde işinin zorluğunu kendisi de biliyor; zira kendisini seçen çok değişik yapılara diyet borcu var! Bakınız, bunlardan bir tanesi için dillendirdiği, “Demirtaş’ın çizgisini beğeniyorum!” tarzındaki çıkışıdır.
Oysa çizgisini beğendiği Demirtaş, “Abdullah Öcalan’ın heykelini dikeceğiz” diyen kişidir.
YSK daha kesin kararını vermeden Büyükşehir Belediye’sinin veri tabanını kopyalatmaya girişmesi ise akla FETÖ’nün ‘Kozmik Oda’ baskınını getirdi!
Üstelik bunu kurum dışından, güvenlik soruşturulmaları yapılmamış kişilere yaptırması şüpheleri
Seçim yorgunu bir ülkeyiz. Seçimlerden değil, hemen her seçimin çığırından çıkarılmasından yorulduk. Zira dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde toplum bizdeki gibi politize olmuş değildir. Dolayısıyla, seçimler böylesi bir toplumu ister istemez geriyor.
Halbuki tüm seçimler, önümüzde yığınla bekleyen sorunların çözümü için yalnızca birer araçtan ibarettir. Araçlara takılıp kalıyoruz ve amacı sürekli erteliyoruz. Erteledikçe sorunlar daha da büyüyor.
Normal ülkelerde seçimler ertesi günün sabahında unutulur ve herkes işine gücüne bakar. İnsanlar ülkenin gündemindeki konulara yoğunlaşırlar.
Bizde ise, yerel seçimler bile genel seçimler ve hatta Cumhurbaşkanlığı seçimleri için tehdit unsuru olarak algılatılıyor! Belediye seçimlerinin genel seçimlerle ne alakası var? Belediye başkanı değişince, yönetimdeki iktidar neden meşruiyetini yitirmiş olsun?
Başkanlık sisteminin en iyi şekilde uygulandığı ABD’de de başkanlar partili. Oradaki televizyon haber spikerleri de bizdeki gibi, her cümlelerine “Partili Cumhurbaşkanı!” diye vurgu yaparak mı başlıyorlar?
Önümüzde 4.5 yıllık seçimsiz bir dönem var; bari bunun kıymetini bilelim ve toplumsal ve siyasal zemini azami ölçüde genişleterek
Türkiye gibi çok kritik bir bölgede bulunan ülkenin hava savunma sistemine sahip olması zorunludur. Aksi halde, şimdiye kadar yaptığımız ve bundan böyle de yapacağımız yüz milyarlarca dolarlık yatırımlarımızın en ufak bir güvenliği olmaz.
Evet; Türkiye bir NATO ülkesi ama şimdiye dek, NATO’nun her türlü külfetine katlandı. Bunun yanında NATO’nun nimetlerinden istifade etmek şöyle dursun, en gerekli zamanlarda bile ya yüz üstü bırakıldı, ya da düşmanca (yanlış okumadınız) tavır gördü.NATO üyesi olan Türkiye onlarca senedir terörle boğuşuyor; NATO ülkesi olarak müttefik bildiğimiz ülkeler, bizimle savaşan terör örgütlerinin safında yer aldılar ve halen de almaya devam ediyorlar.
Terör örgütü mensupları (FETÖ-PKK) NATO ülkelerinde cirit atıyor; elebaşları, yine bu ülkelerde el üstünde tutulup, korunaklı malikânelerde yaşatılıyor.
15 Temmuzdaki darbe girişiminden sonra, NATO’da görevli subaylarımız, ülkelerine dönmedikleri gibi, dost ve müttefik (!) bildiğimiz NATO ülkelerine iltica ettiler.
Son olarak; Brüksel İddianame Odası, aralarında PKK’nın üst düzey yetkililerinin de olduğu 30’dan fazla kişi ve kurumun terörle mücadele kanunları çerçevesinde yargılanamayacağına hükmetti.
Türkiye,
Seçimlerle ilgili hukuki süreç işliyor. İnanıyoruz ki Türkiye’de de tıpkı Berlin’deki gibi hâkimler var ve onlar kılı kırk yararak hukukun gereğini yapacak ve adalet yerini bulacaktır.
Ekrem İmamoğlu büyük bir özlemle arzuladığı mazbatasını şimdilik aldı ama YSK henüz kesin kararını açıklamadı. YSK’nın kesin kararı açıklanıncaya kadar, bu sürecin çok dikkatle sürdürülmesi lazım. Özellikle İmamoğlu aklıselimle hareket edip, kesin karar açıklanıncaya kadar duyarlı olmaya özen göstermelidir.
Gelelim AK Parti cephesine. AK Parti yetkililerinin seçimle ilgili ileri sürdükleri iddialar yenilir yutulur gibi değil. Bir kere olay çok boyutlu. Öyle münferit kişilerin şahsen yapabilecekleri cinsten olaylar değil. Organize olaylar yumağıyla karşı karşıyayız ve bunu ancak kurumların kılcallarına değin nüfuz edebilmiş terör örgütleri yapabilir.
Zira iddialar bu yönde; bundan dolayıdır ki olayın üzerine dört koldan gidilmeli, ilgililer hakkında idari, adli ve hukuki soruşturmalar süratle başlamalıdır.
Seçimler sandıkta kazanılır, sandıkta kaybedilir; sandığa sahip olmak siyasi parti için olmazsa olmazdır. Burada çalan ve çaldıran diye iki taraf var ve bunlardan her birinin suçu diğerinden
Düne kadar devletler saman altından su yürütürlerdi. İki kutuplu dünyada kendini şirin ve vazgeçilmez, muhatabını kötü ve çekilmez göstermek asıldı.
Soğuk Savaş dönemi baştan sona propagandalarla geçti. Enformasyon kanallarını, medyayı ve sinemayı elinde bulunduran ABD’nin yalanlarına tüm dünya kandı.
Zira kendisini demokrasi ve insan hakları savunucusu olarak takdim ediyordu.
Buna göre, ABD özgürlükler ülkesiydi; onun iyi dediği iyi, kötü dediği kötüydü. Bu cümleden olarak, ‘haydut devletler’ listesi yapıp ilan ediyor ve bunları dünyadan tecrit etmeyi başarıyordu.
Sömüremediği ülkeleri hedef tahtasına koyuyor; biz de o ülkeleri demokrasi ve insan haklarından yoksun, zorba yönetimler olarak tanımlıyorduk.
Sömürebildiği onca zorba yönetimleri ise, ne o gösteriyor ve ne de biz görebiliyorduk!
Sovyetler’in yıkılışından sonra, dünya tek kutuplu kaldı. Tek başına bu kalış, ABD’yi önce pervasızlaştırdı, daha sonraları ise, küstahlaştırdı.
Bizde yapılan onca darbenin arkasında ABD vardı ama ağaca baktırılmaktan ormanı görememiştik! Görenlerimizi de yine ABD’nin marifetiyle tu kaka ediyorduk.