15 Temmuz kalkışmasıyla ülkemizin başına örülmek istenen oyunun ‘şaka!’ olduğunu görüp, ‘Bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya!’ halini yaşayanlarımız var.
Bu durum, yapılmakta olan iç savaşla ülkelerinin üçte ikisi işgal edildiği halde, başkent Şam’dakilerin ‘vur patlasın-çal oynasın’ halini yansıtıyor!
Anadolu insanı bu tipler için şu ilginç tespiti yapar: ‘Köy yanar, kahpe taranır!’
Ama diyeceksiniz ki 15 Temmuz’a hâlâ ‘darbe’ diyemeyenler ve hatta ‘kontrollü darbe’ diyenler var; onlar belli ki bilerek veya bilmeyerek FETÖ’nün ağzını kullanmakta ve ona hizmet etmekteler.
En iyisi, onları kendi hallerinde bırakmak ve saplandıkları bataklıkta terk etmektir!
Yahu! İnsanda biraz utanma duygusu ‘ar’ olur, insaf olur, vicdan olur! Ülkemizin iç ve dış güvenliğini sağlayan Silahlı Kuvvetlerimiz, Emniyet teşkilatımız, yargımız, yarınlarımızı emanet edeceğimiz eğitim kurumlarımız, merkezi ve yerel yönetimlerimiz (bakanlıklar ve belediyeler), ticari işletmelerimiz, STK’larımız, vb. içlerine girilip, paralel bir devlet yapılanmasına göre adeta ahtapotun kollarıyla sarmalanmış ve neredeyse çökertilmişken, adını verip son noktayı koymak için o aşağılık darbe yapıldı.
Milletimizin
Günlerdir AK Parti’deki belediye başkanlarının istifalarını konuşuyoruz. Bu durumu eleştirenler, bu kişiler seçilmiş insanlardır; o halde bunlar ancak seçimle gitmeliydi diyorlar.
Türkiye’nin Güney-Doğusunda birçok il ve ilçelerde seçilmiş başkanlar görevlerinden uzaklaştırıldı ve yerlerine ‘kayyum’ atandı. Anayasa değişikliği için CHP evet diyor ve bütün seçimleri birleştirip erken seçim yapalım diyor.
Elin oğlunun ağzı çuval değil ki, dikesin! Ağzı olan konuşuyor!
Elimizi vicdanımıza koyup düşünelim: Yahu! Bu ülke, halen savaş halinde; daha dünkü kalkışmayı ne çabuk unuttuk? Bunun sonucunda 250 şehit ve 3000’ne yakın yaralı vermedik mi?
Yalnız bu mu? Güney-Doğuda da bölgesel kalkışma yaşandı. Bu kalkışmanın perde arkasındakiler ve içimizdeki uzantıları, aynı iğrenç emellerini kahpece saldırılarla sürdürmüyorlar mı?
Türkiye, sınırlarımızın ötesinde olduğu gibi içinde de kıyasıya bir savaş sürdürüyor; bundan dolayı da ülkede ‘olağanüstü hal’ var.
FETÖ, ülkemizin hemen tüm kurum ve kuruluşlarının en ücra noktalarına kadar nüfuz etmiş derken şaka mı yapıyoruz? Her gün, haklarında tutuklama kararı verilen onlarca sinsi örgüt mensubunu görmüyor muyuz?
Önceki yazımızda ‘yığın mimarimiz(!)’le şehirlerimize, insanımıza ve yarınlarımıza ihanet ettiğimizi yazmıştık. Belli ki burada bir ihanetimizi yazmayı ihmal etmişiz, o da tarihimize olan ihanetimizdir.
Dünü olmayanların yarınlarının olamayacağı açıktır.
Başta İstanbul olmak üzere pek çok şehrimiz çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış tarihi kentlerdir. Diğer bir ifadeyle, bu denli kadim şehirlerimizin tanığı tarihtir.
Sözde şehirleşme ve yine sözde modernleşme adına ilk yaptığımız iş, tarihi eserlerimizi yıkarak, yakarak, en hafifinden ölüme terk ederek, tarihin tanıklığını somuttan soyuta indirgedik.
Artık o eserlerin yerinde yeller esiyor ve yalnızca resim ya da yazıyla kitaplarda, ‘gizli’ tanıklık yapabiliyorlar!
Zamanımız düşünürünün yerinde bir tespiti var: “... Süleymaniye’nin ihtişamı karşısında inşa ettiğimiz gecekondu ile dilimizi çıkarıp tarihle ve o görkemlilikle alay etmek(!) mevkiindeydik.”
Şimdilerde ise, gecekonduyu yıkıp, onun yerine Süleymaniye’nin minaresine tepeden bakan, bir demir veya beton yığınıyla ‘tepegöz’ binalar diker olduk.
Sayın Cumhurbaş-kanı, geçen hafta sonu gerçekleştirilen, “Uluslararası Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesi”nde yaptığı konuşmadaki itirafıyla çok önemli bir gerçeğe işaret etti: Medeniyetin şehir olduğunu belirten Sayın Erdoğan; “...şehir sadece mekân değildir. İnsanın etrafındaki tüm varlıklara dair tasavvurunun tecessüm etmiş (cisimleşmiş) halidir.
...Estetikten, incelikten ve köklü medeniyet değerlerimizden yoksun tekdüze bir mimari anlayışının giderek yaygınlık kazandığını görmekten üzüntü duymaktayım. Benzer taş yığınlarının olduğu bir şehir... Bu bizim medeniyetimizde yok.
Binalar yükseldikçe ufkumuz kararır.
(İstanbul’u kastederek) Biz bu şehre ihanet ettik. Hâlâ da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum...” dedi.
İnsanın insana yaptıklarını görüp, onu âlemin en vahşi yaratığı ilan ediyoruz ki, el-Hak doğrudur. Çünkü her şey zıttı ile kaimdir. Yaratılış itibarıyla en yüce mahluk olan insan, yapıp ettikleriyle de bu yüceliğinden baş aşağı yuvarlanıp dipsiz kuyularda yer alır.
İnsan, yalnızca hemcinsine karşı yaptıklarıyla değil, çevresine ve doğaya karşı yaptıklarıyla da insanlığından uzaklaşır.
Bunun da tipik göstergesini mimarimizde ve şehirleşmemizde görmekteyiz.
Beton y
Irak ve Suriye coğrafyalarında işler, gitgide daha çıkmaz bir hale dönüştü. Kim kimin arkasında, kim kimin karşısında, kim kimin yanında belli değil!
Öylesine değişken bir coğrafya ki, yirmi dört saat içinde ülkelerin sınırları değişebiliyor.
Bu kadar kaygan bir zeminde yürümek ve ülke menfaatlerini koruyabilmek, hiç değilse ülkesini zarara uğratmamak için gerçekten siyaset sihirbazı olmak gerekir!
Bölgenin ana mikseri ve büyük şeytanı olan ABD, ateşe körükle giderek; sözde dost ve müttefiki olan Türkiye’nin gözünün içine bakarak, Türkiye düşmanlarını silahlandırıyor; yetmiyor onları eğitip üzerimize salmak için hazır bekletiyor!
ABD desteği ile Rakka’yı ele geçiren PKK, burada bağımsızlık referandumuna gidecek! Bölgeyi kan gölüne çeviren ABD’nin sömürge valisi McGurk, Şam yönetiminden PKK-PYD’yi tanımalarını istedi!
Aynı ABD, İran’la dost ve düşmanlık adına adeta tahterevalli oynuyor!
Bir yandan Irak merkezi yönetimini Şii’leştirerek İran’ın emrine veriyor; diğer yandan bu yapılanmaya reaksiyon olarak geliştirdiği DAEŞ’i kurup, silahlandırıyor!
Biliyorsunuz, Irak Cumhuriyet Ordusu’nun silahları tek kurşun atmadan DAEŞ’in eline geçmiş, onlar da bu silahlarla Rakka’yı işgal edip başkent ya
İnsanın kendine ettiğini kimseler ona yapamaz. Toplumlar da öyledir; onları da kendilerinden olan basiretsiz liderler felakete sürüklerler.
Bağımsızlık, Kürt lider Barzani’nin çocukluk hayaliymiş. İyi de, senin hayallerinin gerçekleşmesini, seni bakıp kollayan, en sıkışık zamanında yardımına koşan Türkiye’nin ateşe atılmasında mı buldun?
O Türkiye ki seni ve atalarını kaç kere düşman elinden ve ölümlerden kurtardı!
Şimdi de kalkıp, mahut düşmanlarınla sözde dost olup, onlara bel bağlayarak, gerçek dostun ve kardeşin olan Türkiye’nin arkasından dolanıyorsun!
Aklın sıra fırsatçılık yapıyorsun ama sana fırsat olarak sunulanın gerçekte bela olduğunu göremiyorsun.
Tam da siyasi geleceğinin söndüğü bir dönemde, kendini kurtarmak adına giriştiğin ‘bağımsızlık referandumu’ kısa vadede seni kurtarsa da temsil ettiğin toplumu ve uzun vadede seni, asla!..
Temsil ettiğin toplumu kurtarmayacağı gibi, onları ateşin ortasına atacak ve o ateşte dün olduğu gibi bugün de senin soydaşların yani Kürtler yanacak!
Yeni kanuni düzen- lemeyle artık, devlet memuru olan müftüler de nikâh kıyabilecek.
Bir kısım çevreler müftülerin de nikâh kıyabilmeleri karşısında hop oturup hop kalkıyor ve bunlardan, kendini bilmez diğer bir kısmı da ellerinde tencere-tava sokağa dökülüp bu kanunu protesto ediyorlar.
Neymiş efendim; müftüler din adamıdır, onlar nikâh kıyarsa laiklik tehlikeye girermiş. Zaman tünelinde kalan bu kafa yalnızca bizde, o da müzelik olarak kaldı. Zira müftülerin de tıpkı, ziraat müdürü, tapu müdürü gibi birer devlet memuru olduğunu unutuyorlar!
Yahu! Batı’nın tüm laik ülkelerinde nikâhı din adamları, yani papazlar kıyıyor ve hatta nikâhlar kilisede kıyılıyor; oralarda laiklik tehlikeye girmiyor da bizde neden girmiş olsun?
Devlet laiktir, bireyler değil...
Devletin laikliği de bütün inançlara ve hatta inançsızlıklara karşı eşit mesafede durmasıdır. Dikkat edilirse, kanun bir zorunluluk getirmiyor; dileyen bir kamu görevlisi olan belediyeye, dileyen yine bir kamu görevlisi olan müftülüğe gidip nikâh başvurusunu yapar.
Müftülüklerde kıyılacak nikâhın da süreci aynen belediyelerde olduğu gibi nüfus müdürlükleri vasıtasıyla ve oranın resmi kayıtları esas alınarak icra
Türkiye’miz tıpkı geçen asrın başlarında olduğu gibi kuşatılmış durumda. O gün, yedi düvelle çarpıştırılıp imparatorluğumuzu ortadan kaldırdılar.
Bugün de, yıkılan imparatorluğumuzun külleri üzerinde kurduğumuz Türkiye’mize karşı aynı oyunu onamakta ve bizi dizlerimizin üzerine çökertmek istemektedirler.
Bugün oynanmak istenen oyun dünkünden daha tehlikeli; zira dün düşmanını bilip ona cephe alabiliyordunuz. Yani düşmanlarınız karşınızda yer alıyordu. Bugün ise, düşman içinizde; dost ve müttefik bildiğiniz ülkeler ve onların içinizdeki işbirlikçileri!
İsveç kralı Demirbaş Şarl’ın dediği gibi, ‘yenile yenile yenmesini öğrendik!’
Bir ülke düşünün ki, kurulduğu günden bugüne geçen doksan küsur senedir gündemi hiç değişmedi; içeride ve dışarıda sürekli terörle, teröristlerle; kalkışmalarla ve darbelerle uğraştı. 1920’lerin, 30’ların, 40’ların gazetelerini açıp bakın; ‘Türk askeri hep eşkıya takibindedir!’
On yıllar boyunca değişen hiçbir şey yok, yine ‘Türk askeri teröristleri takip ediyor!’
Bugün, düne kıyasla üstünlüğümüz; içeride ve dışarıda kim olursa olsun, düşmanı belleyip gözünün içine sertçe bakmamız ve düşmanı savunma yaparak değil; nerede olursa olsun üstüne üstüne giderek