Bir kısım kalemşor arkadaşımız ABD ile ilişkilerimizin inişli-çıkışlı olduğunu, zaman zaman krize dönüştüğünü ve sonradan bunların aşıldığını yazıp duruyorlar ki bunlar doğru gözükse bile, esas itibarıyla hepsi yanlıştır!
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu günden beri ABD ile yıldızı barışmamıştır; zira onlar kendilerine devlet, bize ise hep kabile gözüyle baktılar ve ona göre muamele ettiler.
50’li yılların başındaki NATO’ya girişimiz, Kore’ye asker yollamamız zoraki bir birliktelik olup, asla zikredildiği gibi gerçek bir dostluk ve müttefiklik değildi.
Büyük Savaş’ın galipleri dünyayı parsellerken, Türkiye ABD’nin tarafına düşmüş, o günden beri ABD bize hep müstemleke gözüyle bakmıştır.
Nitekim yazar arkadaşlarımızın da belirttiği üzere, ABD ile aramızdaki krizler hep hakkımızı istemeye davrandığımız zamanlar olmuştur. Biz kimiz ki bizim hakkımız olabilecek?! Onlar emredecek, bizler yerine getireceğiz! Kölenin hakkı, yalnızca haddini bilmek, yani itaat etmektir!
ABD nüfuz sahasında yer aldığımız NATO ittifakımızla birlikte, başta askeriye olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlarımızın en ücra köşelerine kadar damgalarını vurdular. İstihbarat kurumlarımız bile onlardan habersiz kuş
AK Parti, daha doğrusu AK Parti Genel Başkanı Sayın Tayyip Erdoğan, epey zamandır dillendirdiği bir süreci hem partinin teşkilatlarında (il, ilçe) ve hem de yerel yönetimlerde (belediyeler) başlattı.
O, sebebini, nezaketinden dolayı ‘yorgunluk’ diye ifade etse de, konu siyasi olunca, ister istemez değişik manalara çekiliyor. Bunların haklı ve haksız olanları olduğu gibi,
iyi niyetli ve art niyetleri olanları var.
Şimdilik art niyetli yaklaşımları bırakıp iyi niyetle olaya yaklaşalım.
15 yıldır tek başına iktidarı sürdürmekte olan bir siyasi partiden söz ediyoruz; tek bir dönemlik iktidar bile siyasi partiyi yıpratır.
Bizim gazetecilik mesleğinde bile ekranda sunucuların yüzleri zamanla eskiyor ve artık izlenmez (çekilmez) oluyorlar!
Dört dönem ve üstelik tek başına iktidar olan bir siyasi partinin kadroları elbette yıpranacak; bunda, taze
Cumhurbaşkanlığı sistemiyle beraber seçimleri kazanabilmenin çıtası yüzde 50’nin üstüne çıktı. Bugüne kadarki parlamenter sistemle Yasama ile Yürütme, yani Meclis ile hükümet iç içe idi. Hükümetten gelen kanun tasarıları Meclis’ten (iktidarda olan iktidar partisinin oyları ile) kolaylıkla geçebiliyordu. Erkler ayrılığı şeklen (kağıt üstünde) vardı; gerçekte ise, demokrasi teamüllerine ters bir durum cereyan ediyordu.
Hükümetin, Meclis’in emrinde ve denetiminde olması gerekirken; Meclis, hükümetin emrinde olarak çalışmaktaydı!
Şu halde; parlamenter sistemde erklerin birbirine karşı bağlantısız ve bağımsız olmasını işletemediğimiz gibi; parlamentoyu hükümetin emrine vererek demokrasiyi de çığırından çıkarmış olduk.
Bu çarpık hal de; ‘vesayet’ demokrasisinin yalnızca bizdeki bir yansıması idi.
Cumhurbaşkanlığı sisteminde ise, hükümet (Bakanlar Kurulu) parlamentonun dışından atanacağından; hükümet kendi icraatlarıyla ilgili işlerine, parlamento da yasama ve denetim faaliyetleri olarak tamamen kendi işlerine odaklanmış olacak.
Gerçek demokrasinin ruhuna uygun olarak; hiçbir erk bir diğerinin emrine tabi olmayacağı gibi, hükümet icraatları bütünüyle Meclis’in denetiminde olacak.
Bazılarının
Dünya üzerinde adalet dağıtan devlet olmadığı gibi, gerçeği söyleyen siyaset ve devlet adamı da kalmadı gibi.
Bu denli adaletsizliklerin, acı ve zulümlerin olduğu, gözyaşı ve masum kanının aktığı bir dünyada doğru söyleyeni ve hatta adalet dağıtmak isteyeni de dokuz köyden kovuyorlar!
Demek ki bu kavanoz dipli dünyanın çivisi çıktı ve artık altta kalanın canı çıksın; öyle mi?
Dün de adalet yoktu ama dünyamız iki kutuplu olduğundan, zulmün yaygınlaşması bu denli pervasız yapılamıyordu. Tek kutuplu kaldıktan sonra ise, köpeksiz görülen dünyada önüne gelen değneksiz dolaşmaya başladı!
Ve artık süper güçlerin birbirlerine bakışı: Tencere dibin kara, seninki benden kara!
ABD, Irak’ı işgal ediyor, Rusya ses çıkarmıyor; Rusya Kırım’ı işgal edip ülkesine katıyor, ABD ses çıkarmıyor!
Eskiden yalanlar kılıflıydı, şimdi ise alenen söyleniyor; daha açık ifadesiyle, devletler güçleri oranında yalan söylüyorlar ve pervasızca, yerseniz (!) diyorlar.
Türkiye, 1 Mart 2003’teki “tezkere” aymazlığının bedelini ödüyor, velakin içimizdekilerden bazıları aynı aymazlıklarını inatla sürdürmekteler.
O zamanki demokrasimiz askere endeksli olup, “vesayet” rejimiydi. Seçilmişler, idarenin yalnızca yüzde yirmilik kısmına hükmedebiliyordu, geride kalan yüzde sekseni ise vesayet odaklarının elindeydi.
Bundan dolayıdır ki dışarıdakiler (ABD, AB, vb.) bizimle iş tutacakları zaman devamlı surette askeri muhatap alıyorlar, yapmak veya yapmamak istediklerini onlar vasıtasıyla yerine getiriyorlardı.
2003’te AK Parti iktidardaydı ama Sayın Erdoğan yasaklı olduğundan başbakan değildi. Abdullah Gül Başbakan, Bülent Arınç Meclis Başkanı ve A. Necdet Sezer Cumhurbaşkanı idi. Genelkurmay Başkanı ise Hilmi Özkök’tü.
ABD, Türkiye’deki havaalanlarını, limanları, yolları onarmış, çıkarma ve askeri harekât için uygun hale getirmişti. Yani tezkerenin çıkacağından emindi. Askerleriyle, silah ve mühimmatlarıyla, gemileriyle gelip Mersin Limanı açıklarında kararı günlerce bekledi.
Başta A. Necdet Sezer, o günkü ana muhalefet CHP ve özellikle lideri Deniz Baykal, iktidar partisinden Bülent Arınç ve bir kısım milletvekili (Doğu kökenli) yeri göğü inleterek
Türkiye’nin yumuşak başlılığını dün de anlamadılar bugün de.. Kadife kaplı çelik yumruk olduğunu görmediler ve bundan dolayı da sürekli yanıldılar!
Sınırlarımızın hemen ötesinde oynanmakta olan uluslar arası oyunun en büyük hedefi Türkiye’dir. Zira Kürtlerin kahir ekseriyeti Türkiye’de yaşamaktadır.
Bundan dolayı da; Türkiye’yi merkez üs addedip darbe üzerine darbeler yapıldı. FETÖ kullanılarak yapılan 15 Temmuz darbesi de, Büyük Kürdistan hedefine, parçalanan Türkiye topraklarından başlamak hevesi idi.
Zaten bunun işaretleri de daha öncesinden verilmişti. Erdoğan düşmanlığının akılları örtmesi yüzünden, HDP 80 milletvekili ile Meclis’e girmiş olmasına rağmen, Meclis’te demokratik mücadele ile yetinilmemiş; Güney-Doğu illerimizde özyönetim talep edilmiş ve bunun için de ‘çukur siyaseti’ tercih edilmişti!
Yahu! Daha dün, hapisteki Kürt genci annesiyle bile konuşturulmazken, bu iktidar Kürtçe yayın yapan televizyon kurdu; Kürtçe propagandayı serbest kıldı; yığınla demokratik hak ve hukuk temin etti. Depremde yıkılan beldeleri Türk-Kürt demeden bir yılda ayağa kaldırdı.
Tüm şimşekleri üzerine çekme pahasına; ‘Çözüm süreci’ başlattı; uzatılan dostluk eline; tünellerle, çukurlarla,
Kuzey Irak’ta yapılan hukuksuz referandumun sonucu yüzde 93 ‘evet’ çıktı. Böylece bağımsız (!) Kürdistan devletinin ilk adımı atılmış oldu.
Kürtler Erbil’in sokaklarında bu kutlamayı, ellerinde İsrail bayraklarıyla yaptılar!
İnsanoğlu böyledir; ibret almadığı müddetçe tarihi tekrar ettirir! Oysaki akıllı insanın aynı delikten iki kez ısırılmaması gerekir. Gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içindeki insanoğluna baktığımızda, tarihinin ‘tekerrürden’ ibaret olduğunu görürüz.
Kürtler, geçen asır boyunca kendilerine oyun oynayan ve kendilerini sürekli yüzüstü bırakan ABD’ye bel bağlamış durumdalar. ABD’ye ve onun avanelerine güvenip devletlerini kurmak istiyorlar.
Hemen herkesin karşı olduğu bu oluşuma İsrail’in açıktan destek vermesi bunun kanıtıdır.
Halbuki Kürtler, içeriden ve dışarıdan ne zaman tehlikeye düştülerse, ellerinden tutan yalnızca Türkler ve Türkiye oldu.
Bırakın daha öncesini, daha dün Saddam, Kürtleri katliama tabi tutunca, milyonlarca Kürt kardeşimiz Türkiye’ye sığınmadı mı? Ademe (yokluğa) mahkûm edilen Talabani ile Barzani’ye Türk pasaportu verip, dünyayı kendilerine açan Türkiye değil miydi?
Bütün dünyanın (!) karşı çıkmasına rağmen referandumu yaptınız. Eh, artık istediğiniz sonucu da aldığınıza göre, başınız göğe ermiştir!
Dünyanın bu en netameli bölgesinde kanın ve gözyaşının sürekli akmasının sebebi daha iyi anlaşılmıştır. Zira belli ki bu bölgenin tipik özelliği, bölge sakinlerinin akıllarının zaman zaman tatile çıkmasıdır. Akıllar tatilde olmasa, tüm bu akılsız işlere devamlı imza atılır mı?
Bölgede mevcut yangınlar az görülmüş olacak ki hem mahut yangınlara körükle gidiliyor ve hem de tüm bölgeyi alev topuna savuracak yangının fitili ateşleniyor!
Vaktiyle Arnavutluk’un başına Enver Hoca diye biri geçmiş ve ülkesini kendi komünizm anlayışına göre dizayn etmişti. Sınırlarını tüm dünya ülkelerine kapatmıştı, kapalı bir dikta rejimiyle ülkesini yönettiğini zannediyordu.
Ölümünden sonra gelen yeni idareciler ülkenin kapılarını açtılar. İlk giden gazetecilerden biri olarak gözlemimiz şuydu: Enver Hoca rejimi ülkesini zaman tüneline sokarak dondurmuştu. Taş üstüne taş konulmayan ülkede, yalnızca bir şeyin yapılmasına azami dikkat edilmiş ve ülkenin her tarafına mantar gibi koruganlar yerleştirilmişti.
2000’li yıllarda bile 1930’ları yaşayan ülke, asfaltla bile