İSTEYEN şaşırsın.
İsteyen kızıp, köpürsün bana.
Allah’ın bildiğini kuldan saklayacak halim yok ya.
Seviyorum işte.
Kim ne derse desin, seviyorum Bülent Arınç’ı.
Duygusallığını seviyorum.
Öfkesini seviyorum.
KARARLIYDILAR, güçlüydüler, azimliydiler ve coşkuyla, hep bir ağızdan “kiai” diye bağırdılar.
Sesleri öylesine kuvvetli çıkmıştı ki, havada asılı ampuller bir o yana bir bu yana sallandı, kapılar çarptı peş peşe, yan binanın camları bile zangırdadı.
Onlar ise rahatladı.
Ciğerlerindeki hava boşaldı, zihinsel enerjileri yoğunlaştı.
Sonra “seiza” pozisyonuna geçtiler.
“Sensei” en ciddi ifadesiyle, oturarak oluşturdukları çemberin ortasına geldi ve bir “kohai”den ayağa kalkmasını istedi.
Gözleriyle öğrencilerini taradı ve bir “sempai” yi çağırdı yanına.
SİYASET temiz ve şeffaf olmalı.
Siyasetçi ise dürüst olmalı.
İtirazı olan var mı?
Eminim, yok.
İtirazı olanın da, sesini çıkaracak hali yok!
Madem öyle...
Ses çıkmıyorsa, bari kokusu çıksın!
KENDİME fena halde kızmıştım.
Saflık mıydı yaptığım, salaklık mı?
Çünkü DP ve DSP kongrelerinin öncesinde aynen şöyle yazmıştım:
“İki parti de mutsuz. Partide de, yeni umutların yeşermesine şiddetle ihtiyaç var.
Diğer yanda ise başkalarını kıskandıracak iki önemli avantajın sahibiler. İki partinin genel başkanı da, yerel seçimde başarısız olduklarını söyleyip; siyasetin yüzsüzlerine ders verircesine görevlerinden istifa ettiler.”
Üstelik istifalarını açıklarken, siyaseti de bırakacakları mesajını verdiler.
Takındıkları tavır, siyasetin erdemi ve geleceği adına önemliydi.
TELEVİZYON habercilerinin pek sevdiği jargonla ifade edersek, “yağmur gibi yağan, bomba gibi patlayan, can yakan ve can sıkan” olaylarla dolu bir hafta sonu yaşadık.
Cumartesi günü yapılan Demokrat Parti Büyük Kongresi’nde Hüsamettin Cindoruk’un genel başkan seçilmesi “iyi oldu” derken, ardından gelen GİK listesini görenler “hayal kırıklığına” uğradı.
Aynı günün gecesinde bardağın dolu tarafından bakarsak “buruk bir sevinç”, boş tarafından bakıldığında da, yine “hayal kırıklığı” yaşandı.
Hadise’nin dördüncülüğü, beklenen hadiseyi yaratmadı.
Ülkelerin gittikçe ciddiye aldığı Eurovision Şarkı Yarışması, artık ciddi bir yapılanmaya kavuşmalı.
Türkiye önermeli meselâ:
“Halkoyu puanlamada yine yüzde 50 etkili olsun ama diğer tarafta da ülke jürileri değil, her ülkenin müzik alanındaki en yetkin ve şöhretli temsilcilerinden oluşacak uluslararası büyük jüri yer alsın.”
EN son Fatih Altaylı anlatıyordu televizyonda:
“Dünyanın neresine giderseniz gidin, mutlaka karşınıza bir Türk çıkar.”
Geçenlerde Güney Amerika kıyılarındaki bir adaya gitmiş tatil için. Restoranda otururken Türkçe konuştuklarını duyan biri gelmiş yanlarına. Biraz sohbetten sonra öğrenmiş ki; o adada bile 600 Türk yaşıyormuş.
Yerinde duramamak, oradan oraya yelken açmak genlerimizde var zaten.
Ve kim bilir daha nereleri mesken tutan Türkler, oralarda kim bilir ne önemli işler yapıyor da, haberimiz yok!
Derli toplu bir çalışma ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti o insanlara ulaşmayı becerse, aklı başında bir projeyle o potansiyeli değerlendirse...
Adına “diaspora” denen gücün, en güçlü sahiplerinden biri olur Türkiye.
KADER bazen güler, insanın yüzüne. Bazen küser. Her iki halin de zincirleme yaşandığı bir dönem var ki, kaderin yüzüne güldüğü insanlar yüzünden, yeryüzü birbirine girmişti!
Richard Nixon, Vietnam Savaşı’ndaki hezimeti ile sallanıp, Watergate Skandalı nedeniyle devrilmek üzereyken; Başkan Yardımcısı Spiro Agnew’u kurban vermek zorunda kalmıştı önce.
İşte o an kader, Gerald Ford’un yüzüne güldü ve dışarıdan Başkan Yardımcılığı’na atandı.
Çok geçmedi Nixon da istifa etti.
Kader yine yüzüne güldü ve Gerald Ford, seçilmeden hem Başkan Yardımcısı, hem de ABD Başkanı olan, tarihteki tek Amerikalı oldu.
Af yetkisini kullanarak, Nixon’u yargılanmaktan kurtarmasını Amerikan halkı affetmedi ve kader bu kez, Ford’a seçimde rakip olan Jimmy Carter’ın yüzüne güldü.
ABD’nin üzerinde bir lanet olmalıydı ki, tarihlerinin en kötü başkanları peş peşe göreve geliyordu.
DÜŞENE vurmak, insanlık tarihi kadar eski olmalı. Kim tökezleyip, yere kapanmak üzere, kıçına bir tekme de sen vur!
Bir Galatasaraylı olarak, Fenerbahçe’nin düştüğü duruma gerçekten üzülüyorum.
Neymiş?
“Kupa” yaz 1907’ye gönder, cebine Kayahan’ın “Bana yine hüsran, bana yine hasret var” şarkısı gelsin.
Bazı sözler ise “maalesef” çok zekice:
Holosko’nun 3 günlük bebeği kupayı gördü, 26 yaşındaki Fenerliler hâlâ göremedi!
Hele iş “yıl” meselesine gelince, yapılan gırgır, gırla gidiyor.