Otobüse atladım, New Orleans’dan bir saatlik yolculukla, rafinerinin içinde kalan kasabalara ulaştım. Sanki ağır çekim seyretsem sokakları, bir şerif çıkıp “Hey ahbap, bir buralarda yabancıları pek sevmeyiz” diyecek. Nüfus çok az buralarda. İş yok, mutluluk yok, umut hiç yok. Heyecanlıyım, çünkü hakkında yazılan kitaba göz attığım Margie Eugene Richards’la buluşacağım. Ömrünün 50 senesini petrol şirketiyle savaşa adayan; kasabasındaki bir sürü genç insanı ebediyete uğurlayan, rafinerinin ne denli zararlı atıkları barındırdığını uzun uğraşlar sonucunda kanıtlayabilen bir küçük-dev kadın Margie’yle.
“Buralar ne kadar güzeldi, bir görebilseydin”
Başı dimdik bu siyahi kadından çok etkilendim. Hayatını bir savaşa adamış olmasından, “Sonunda yüzde 90 başardım” diye gururla gülümseyişinden de. O anlattı, ben dinledim. Soru sormaya gerek yoktu. Margie, kendinden çok emindi.
“Buraya yakın Norco şehrinde büyüdüm. Ağaçlar içinde, cennet gibi bir yerdi. Beşinci sınıftayken bir gün babam “Taşınıyoruz” dedi. Meğer şehir bir petrol şirketine satılmış. Biz de Diamod’a taşındık. Buradaki liseyi, zencilerin eşit haklara sahip olması için uğraş veren Mary McLeod açtı.
Neler neler yaşadık.
Fransız Mahallesi’nin dar sokaklarında bir düğün alayındayım; elimde bir kadeh, birileri tutuşturmuş, kalabalıkla birlikte yürüyorum.
Aslında Mississippi Nehri’nin kirliliğine dikkat çekmek için düzenlenen bir kongreye davet edilmiştim. Memphis ve New Orleans’ta onlarca seminere katılıp, “Ah Mississippi, sana neler etmişler böyle?” diye dövünecektim. Birden kendimi bir düğün alayında buluverdim, nasıl olduğunu hiç çözemedim.
New Orleans müthiş bir şehir. Karmakarışık, bol cazlı, bol küfürlü, ortasından nehir geçen, insanların sabaha kadar dans ettikleri, kasırgalarla yıkılan, sonra hayata kaldığı noktadan başlayan bir deli şehir. Sevmemek elde değil. İstanbul kaosuna alışan bir insan için, büyük şehir uğultusu olmadan yaşayamayanlar için, aynı zamanda eğlenceyi sevenler için New Orleans son derece cazip. Hem bir Avrupa esintisi var; cafe’ler, küçük dükkanlar, dar sokaklar, neon ışıklar falan; hem de Amerika’nın heybetini bulmak mümkün.
Mississippi kirlenmesin artık
Cnn Turk'te yıllardır yaptığımız Bayram Sohbetleri'ni, bu sene farklı bir yerde çekmeye karar verdik. Özcan Maviş ve Mahperi Uçar “Yeni açılan akvaryumda yapalım” diye ısrar ettiler. Ozan Onat fikre bayıldı, Aslı Öymen de hemen kabul etti. Bu durumda, benim “Ama orası uzak, konuk gelemez” türevi itirazlarım pek cılız kaldı.
17 milyon Avro’luk yatırım
Programlar bir saatlik, yani bir sürü şey konuşuyor olmak lazım. Mekana bağlamak lazım, bayramla ilişkilendirmek lazım falan filan. İlk çekim gününde, Forum İstanbul'daki Turkuazoo’da soluğu aldım.
Dünyanın bütün büyük şehirlerinde, bazen birden fazla sayıda olan devasa akvaryumlardan, ülkemizde ilk kez açılıyor. Ne yalan söyleyeyim, böyle yeni şeyler olduğunda hafif gururum okşanıyor. “Oh be, benim memleketimde bir sürü güzel şey oluyor” diye düşünüyorum. Bizim akvaryum 'Turkuazoo', 8 bin metrekarelik bir alanda kurulmuş. İnşaat ve dekorasyon çalışmaları tam 16 ay sürmüş ve resmi açılış tarihi 30 Ekim’e kadar 17 milyon Avro harcanmış. İçeride 10 bin farklı su canlısı var. Toplam 25 bin balık ve su canlısını izlemek mümkün. Balık besleme seanslarını seyretmek çok zevkli. Uzunca bir tünel üzerinde raylarla yürüyen yol
Çocukları aynı okulun öğrencileri olan birkaç çift, geçen cumartesi bizim evde toplandık. Çocuklar bahçede bağırıp yoruldular, biz de masanın etrafına doluştuk. Konu sonsuz, kahkaha boldu. Yağmur, şu meşhur ikinci el eşyacı 'Dank'ın sahibi, "Size başımdan geçen çok acıklı bir olayı anlatayım" diye söze başladı. Bir sürü müşteri ile al takke ver külah savaşmanın ortasında telefon bağlatmak için gittiği Telekom'da yaşadıklarını anlattı.
"Evladım Beşiktaş'a nasıl gidilir?"
Sırada; ama biraz uzunca bekliyor. Sonra gözü yaşlı bir adamı seçiyor; memurla hararetli konuşmalarına tanık oluyor. Anladığı kadarıyla birikmiş bir borç var ortada, yaşlı adam da ödeyemeyecek durumda. Adamın giyimi kuşamı düzgün; Türkçesi aksansız. "Ama benim bir torunum var, bir de emekli maaşım" diyor adam. Adamın işi bittiğinde sıra Yağmur'a geliyor. Masanın yanına giderken, yaşlı adamın güçlükle yürüdüğünü hissediyor ama, kendi telaşından başka dünyalara dalacak hali yok. Hemen yeni adresinin yazılı olduğu kağıdı uzatıp derdini anlatmaya başlıyor. Beş dakikada işi halloluyor, telefon numarası yeni taşındığı eve nakloluyor. Hemen dışarı atıyor kendini. Tam kapıda aynı yaşlı adama rastlıyor. Bir bacağını
Denizle vedalaşmak kolay değil; benim için. Nereden baksak altı ay uzak kalacağız. Geçen hafta sonu Fethiye’de el sıkıştım denizimle. Yalnız bir çok tatil köyünün bu hafta sonuna kadar açık olduğunu öğrendim. Su mükemmel; belki bir kaçamak yaparsınız
Bir daha yazı yaşamak hiç planlarımda yoktu; bir güzel montları, pardesüleri giyinmeye başlamıştım. Fethiye Hillside çok zarif bir davet göndermiş. Aklım çelindi sanki.
Bende de sinir bir durum var, davetli olarak bir yerlere gitmekten son derece rahatsız oluyorum. Birçoğunu kibarca geri çeviriyorum; gruplarla hareket edemiyorum, falan filan.
Ama bu seferki davetin tonu başkaydı. İçimden bir ses “git” dedi. Atladım uçağa, Dalaman üzerinden Fethiye’ye vardım.
Ne güzel bir zaman
Kalabalık, gürültü çoktan bitmiş. Yerli halk hırkalara sığınmış; birkaç yerleşik yabancı ve bizim gibi her mevsim tatil yapabilenlerden küçük bir grup kalmış sokaklarda. Terlemeden yürümek, tepelere tırmanmak ne güzel... Mevsimin tek dezavantajı, akşamın çabuk bastırması; o kadar.
Deniz, anlatamam size ne kadar cazip. Hafif serinlemiş, ama inanın bir girdim mi bir saatten önce çıkmadım. Güneş ancak öğlene doğru ısıtmaya başlıyor, sonra akşamüstüne kadar da
Eski turizmci Caner Şaka iki yıldır özellikle de 15 ve 16’ncı yüzyıllardaki Akdeniz tarihini araştırıyor. Çalışmalarında yeni bilgilere ulaşan Şaka, “Cervantes İstanbul’da esirdi, Kılıç Ali Paşa Camii yapımında çalıştı” diyor
Bugün sokağa çıksam ve rastgele “Cervantes” desem... Bir grup insan “Beyefendiyi tanımıyorum” der. Kimi “Hangi takımda oynuyordu abi?” diye sorar. Bazı kadınlar da “o parfümü kullanmadığını” iddia eder belki.
Caner Şaka genç yaşta kendini emekli etti. Marmaris’in Söğüt köyüne yerleşti. Hobileri olan denizcilik ve Akdeniz tarihi, araştırmacılık yönüyle birleşti. Bildiği bütün dillerde tam zamanlı okuyan bir araştırmacı oldu.
İspanya’nın gözbebeği, “Don Kişot”un yazarı Cervantes, Caner Şaka’nın araştırmalarından çıkardığı sonuca göre, bir dönem İstanbul’da esirdi. Kılıç Ali Paşa’nın Tophane’de kendi adına yaptırdığı camide çalıştı...
Caner Şaka’yla Marmaris’te yolumuz kesişti. Teknesini anlattı, okuduğu kitapların bir kısmını gösterdi, yapacakları uzun Akdeniz seyahatinden dem vurdu. “Peki neden deniz, ille de Akdeniz?” dedim. “Gemiyi yüzdüren de batıran da sudur. Su hem hayat hem ölümdür. Deniz ölümle hayatın kesiştiği yerdir; her şeydir. Akdeniz ise
Şehre indik ama nefes alamıyorum. Nem boğacak beni neredeyse. Üstelik alerjim var; sanki ciğerlerim, boğazım, nefes borum falan hep birden şiştiler, beni alt edecekler.
Antalya’da duramaz haldeyim. Yaz sonunda vuran son sıcak dalgasına denk gelmişim. “Gece daha iyi olur” diyorlar ama durulur gibi değil. Dışarı adım attığım anda gözlerim şişiyor, hapşırmaya başlıyorum ve burnum açık unutulmuş çeşme gibi akıyor. Hemen bir doktor, birkaç ilaç ve bir iğne.
İki saat sonra ancak kendimdeyim. Bir bakayım şu şehre; hay maşallah, bu ne böyle? Demek bu güzellikte, demek Antalya’nın son resmindeyim...
Yön duygumu yitirdim
Antalya MÖ 150 yıllarında II. Attalos trafından Attaleia adıyla kuruldu. MS 130 yılında Roma İmparatoru Hadrian’ın anısına, şehirde bugün dahi adını taşıyan kapı yapıldı. Haçlı Orduları’nın önemli limanlarından biriydi.
Yıldırım Bayezid döneminde Osmanlı topraklarına katıldı. Güzelliğiyle tarih boyunca insanların ilgisini çekti. Yerli ve yabancı onlarca gezgin Antalya’dan bahsetti.
İbn-i Battuta ve Evliya Çelebi
1922 yılında, İngiltere’de dünyaya geldi. Üst-orta düzey bir ailenin üçüncü çocuğu, güzel kızıydı. Aralık ayında doğmuş olsa da, haziran güneşi getirdi aileye. Adını koydular: June.
Savaş zamanı yokluklarıyla pekişti gücü. Az yiyip, az tüketip, az bilerek geçti yıllar. Ama sağlıklılardı, neşeleri yerindeydi, mutluluklarına diyecek yoktu. Varsın beyaz ekmek, salam, makarna da eksik olsundu...
Bombalardan biri anneannesinin evine isabet etti. Artık “savaş” demek, anneannnenin ölümü anlamına gelecekti. Babası Afrika’da iş buldu. Dönemi düşünün, “Afrika’da bir İngiliz aile...” June mutluydu, Uganda’daki Mombasa Gölü projesinde çalışan babası da. Uçsuz bucaksız tarlalarda çıplak ayakla koşturuyor, Swahili dilinde konuşuyor, bütün Afrika yemeklerini keyifle mideye indiriyordu.
Kontrat bitti, İngiltere’ye döndüler. Afrika özgürlüğüyle serpilmiş, ehlileşmesi zor gözüken June’u hiçbir okul kabul etmedi. Annesi ve babası