Hatay, ya da hep karıştırılan merkez ilçesi Antakya’dayım. Hatay ilinin köyleriyle birlikte nüfusu 1.5 milyona dayanmış durumda. Güneydeki son ilimiz; Akdeniz’in son noktası, Güneydoğu’nun sınırı. Yemekler enfes, insanlar son derece sevecen. İki gün oldu, o kadar çok yere gittim, sayısız röportaj yaptım; hâlâ “iyi ki buradayım” diyorum!
Eski adı “Antiochos”
Antakya, Amik Ovası’nın başladığı yerde, Amanos ve Habib-i Neccar Dağları arasında, Suriye Kralı 1. Seleukos tarafından kurulmuş. Tarih: M. Ö. 4. Yüzyıl. Şehir ismini, kralın babası “Antiochos”dan almış. 1516’da Osmanlı şehri olan Hatay, 1918’de Fransız işgaline uğradı. Tarih kitaplarından hatırlayacaksınız, 1938’de “Bağımsız Hatay Cumhuriyeti” kuruldu. 1939 yılındaysa, Devlet Meclisi kararıyla Hatay Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlandı.
Hatay’a bayıldım ben. Her yerine. İnsanına, tarihine, yemeğine, hikâyelerine...
Misal Harbiye, ya da yerel halkın söylediği şekliyle “Şellale”. Şelâle güzel, yanındaki çay
Ne sorsam cevap aynı: Yok! Ama adamlar öylesine tatlı konuşup öyle hal yoluna gidiyorlar ki, kızmanın da imkanı yok.
Üstelik bütün bu “yok”ların hep çözümünü üretiyorlar; inanılmayacak hızda çaylar söyleniyor, iki sohbet arasında fatura da bulunuyor, ikinci bardak çayda ilaç da geliyor...
Ruhu bozulmuşlar için
Bence Van gezisi, bizim gibi bozulmuş ruhlara birebir. Orada beklemeyi, her şeyi “hemen” yapamamayı, “yok”u; bütün olumsuzluklara karşın güler yüzlü olmak gerekliliğini öğreniyor insan. Üç günlük gezi, aslında hızlandırılmış bir eğitim tadında geçiyor.
Hoşap Kalesi’ni gezdim; ağzım gördüğüm güzellikler karşısında kapanmadı. Buna karşın her yer çöp. İnsanlar ne bulduysa savurmuş. Aklınıza gelen her şey, poşetli veya poşetsiz olarak yerlerde.
Kale sonrası köye inip halkla sohbet ettim. O kadar iyiler, o kadar yüce gönüllüler ki; “Buraları neden temizlemiyor gençleriniz, neden daha iyi koşullarda yaşamak
Kalsam şuralarda... Gezgin olmasam, hep İstanbul trafiğinde sıkışıp kalsam, Amerika’daki kendi kendine konuşan tatlı kaçıklara dönmem an meselesi. Ona buna korkudan bulaşamayan, gündem haberlerinin ağırlığı altında ezilen, hayat sillesiyle sersemleşen, gelecek endişesiyle bugünü es geçen herkes gibiyim yoksa. Tek farkım, haftada iki gün nefes almam, o kadar.
Yeter mi? Yetmez.
Kalsam şuralarda; bir taraftan Midilli’yi, öbür taraftan Ayvalık’ı seyretsem; balık-rakı, bol yeşillik ve temiz havayla günümü gün etsem...
Cunda veya Alibey
Ayvalık’tan bir köprüyle Lale Adası’na, oradan da “Türkiye’nin İlk Boğaz Köprüsü” ile Cunda veya Alibey Adası’na ulaşmak çok kolay. Yazın Ayvalık’tan kalkan motorlarla limana yanaşmanın keyfi başka, o da ayrı.
Piri Reis 1513’te kaleme aldığı “Kitab-ı Bahriye”sinde, Cunda ve çevresindeki adalardan “Yunt Adaları” olarak bahsetti. Adaya Rum halkı, “Kokulu Ada” anlamına gelen “Moshinos” adını taktı. 1862’de kurulan ilk
Sabahın en erken saatinde rehberimle buluştum ve şehitlikleri ziyaret etmeye başladık. Görmüşlüğüm var tabii, okudum ve defalarca televizyonlarda seyrettim de. Ama bu sefer başka türlü. Bu sefer, yaşlanıyor muyum ne, gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüp duruyor...
Çanakkale, dünya tarihine iki önemli savaşla damgasını vurmuş. Önce Truva, ardından da Birinci Dünya Savaşı’nın Çanakkale Cephesi ile dünyanın kaderini değiştirmiş. İlk savaşın hikâyesini, İzmirli kör ozan Homeros aktarmış. Truvalı karakterler, Homeros’un İlyada’sı ile kuşaktan kuşağa dolaşmış.
İkinci destan ise sanki bizim içimize kazınmış...
Akbaş Şehitliği’nde, daha ilk durakta, kanım çekildi; göğsümün içine bir düğüm oturdu. 17-25 yaşları arasındaki gençlerin arasında dolaştım. Onlardan belki birkaç yaş büyük komutanların mezarlarını gördüm. Bu muhteşem şehirde, doğal güzelliklerin eşliğinde büyük bir acı ve zaferle karşı karşıya kaldım.
Seyit Onbaşı’yı ve tabyaları bir bir gezdim. Seyit
Gaziantep’in en güzel oteli, tartışmasız Anadolu Evleri. Ciddi bir uğraş, emek, ilgi gösterilmiş. Her şey dozunda, her obje doğru yerde. “Sahibi kimdir?” dedim; Timur Bey’i çağırdılar.
Timur Schindel, yazar Nihal Yeğinobalı’nın oğluymuş meğer. Eşi Dila ve birkaç aylık kızlarıyla otellerini işletiyorlar.
Timur ve Dila’yla tanışınca, bizim “Nasılsınız, annenizin kitaplarını pek severim” diye başlayan ilişkimiz, hızlı bir dostluğa dönüştü. Antep’i turlamaya başladık. Müzeleri ve kaleyi bir önceki gün görmüştüm; Hayvanat Bahçesi’nde uzun uzun turlamıştım ve Tan Sağtürk adıyla açılan bale okulunu ziyaret edip dersleri izlemiştim. Ama ne var ki yol inşaatları, buralı olmayan birisi için yönünü bulmayı çok zorlaştırıyor. Birlikte Gaziantep’in turistik olmayan yüzünü tanıdık. Yeni açılan “Ege Sanat Merkezi”nin kapısını çaldık.
Ege Sanat’da, “çocuk yogası” dersi beni bitirdi. Okulun sahipleri, İzmirli iki genç hanım, sırf