Bir Netflix rüzgârıdır esip duruyor. Elit oyuncularla çekilen filmler, her hafta gelen yeni bir dizi herkesi etkiliyor. Her gün Netflix’te başlayan yeni dizi hakkında görüşüm soruluyor. İtiraf etmeliyim ki, dizi takipçisi değilim. Yine de ilgimi çekenler oluyor. Dünya genelinde bakıldığında, Netflix filmlerini izleyen sayısı ilk dört haftada 40 ile 80 milyon arasında değişiyor. Bu rakam, dizilerde daha da artabiliyor. 2 yıl önce Cannes’da yarışma programına alınan Netflix filmleri ‘Okja’ ve ‘The Meyerowitz Stories’ ortalığı karıştırmış, tepkiler sonrası son anda programdan çıkarılmıştı. Cannes kurallarına göre, sinemada gösterilen bir filmin sanal ortamda en erken 36 ay sonra yayımlanması gerekiyor. Netflix hem sanal ortam hem de sinema gösterimini aynı günde başlattığı için Cannes için ayrı bir çözüm üretmek zorunda. Bu yıl Netflix yönetimi ile Cannes yöneticisi Thierry Fremaux arasında yapılan toplantıdan bir anlaşma çıkmadı. Netflix filmleri bu yıl da Cannes’da olmayacak. İzlediklerime bir göz atalım...
Filmler
The Highwaymen: 30’lu yılların efsane gangsterleri Bonnie ve Clyde’ı takip eden iki Teksas Ranger’ının hikâyesi, yıllardır proje olarak masa üstünde duruyordu. Robert Redford ve rahmetli Paul Newman’ın bile isimleri geçmişti. Onca masayı dolaştıktan sonra sonunda Kevin Costner ve Woody Harrelson’u bulmuş. John Lee Hancocks’un yönettiği film, sinema salonlarında şansı olabilecek bir yapım değil. Kötü bir film kesinlikle değil. Standart anlatımın ötesine geçememesi, sonu bilinen bir öyküye gerekli gerilimi verememesi en büyük eksikliği. Güney eyaletlerinin havasını, suyunu hissettiren atmosferine, farklı karakterleri oynayan iki dev oyuncunun varlığına ve etkileyici görsel karelerine rağmen sıradanlıktan kurtulamıyor. Yine de küçük ekranı doldurabilir.
Triple Frontier: Güney Amerika’da bir uyuşturucu baronundan 75 milyon dolar çalmaya giden emekli paralı askerlerin macerası, kâğıt üstünde mükemmel görünüyor. Ben Affleck, Oscar Isaac, Cherlie Hunnam, Pedro Pascal ve Garrett Hendlund gibi iyi bir oyuncu kadrosu, ne yazık ki vasatın altında bir filme imza atmış. Benzerlerini düzinelerce seyrettiğimiz, aksiyon/hayatta kalma kırması maceraya eklenen, yeni bir halka olmanın ötesine geçemiyor. Oscar’lı kadın yönetmen Katryn Bigelow’un üzerinde çalıştığı proje sonunda J.C. Chandor’la hayata geçse de, iyi çekilmiş birkaç helikopter sahnesi dışında akılda fazla bir şey kalmıyor.
Diziler
Love Death and Robots: Son zamanlarda en çok beğendiğim dizi diyebilirim. Birbirinden farklı hikâyelerin anlatıldığı, 18 bölümden oluşan bir animasyon dizisi. David Fincher ve Tom Miller imzası taşıyan dizinin birinci sezonunda müthiş çeşitlilikteki animasyon tasarımları, sinematografi, müzik-ses kullanımı ve transhümanizmden siber punka, robotik ilerlemeden yapay zekâya, ötekilerin hayatından anti-militarizme uzanan çeşitlilikteki 18 farklı hikâyesiyle yaratıcı bir antoloji. Bölümlerin süresi 5 ile 17 dakika arasında değişiyor.
You: Joe ile Bck arasındaki aşk hikâyesi, öyle karşıdan gözüktüğü gibi mutlu birberaberlik değildir. Joe’nun düşüncelerini anlatan iç sesle izleyen seyirci olarak; onun zararsız, sakin dış görüntüsünün altında nasıl bir psikopat olduğunu biliyoruz. Son zamanlarda izlediğim en rahatsız edici, bir o kadar da sürükleyici bir dizi.