Bazı filmler sarsar, silkeler, atar. “Kefernaum” bu duyguyu izleyene fazlasıyla yüklüyor. Jenerikler akarken, oturup kalıyorsun. 12 yaşında sokaklarda yaşama pes etmeyen, kendisini çevreleyen kurallara kafa tutan kararlı bir çocuğun hikâyesini anlatıyor. Lübnanlı kadın yönetmen Nadine Labaki, 4 yıllık bir hazırlık sürecinden sonra, Beyrut sokaklarından geçen öyküsünde gerçekçiliği, sokağın kokusunu sonuna kadar hissettiriyor. Sorduğu soruları da yanıtsız bırakmıyor. Sonuçta, insanoğlunun esir düştüğü cahillik, bağnazlık, çıkarcılık ve şiddet olanca yalınlığıyla, ikiyüzlülüğüyle ortaya çıkıyor. Müslüman toplumların vazgeçemediği doğurmak, çoğalmak geleneğinin aile olmaya yetmediğini, bu kavramın kurallarının farklı olduğunu, altının boşaltıldığını vurguluyor.
Film, mahkeme salonunda başlıyor; geriye dönüşlerle öyküyü anlatıyor. 12 yaşındaki Zain mahkeme huzurunda ebeveynlerinden hesap soruyor; “Madem bakamayacaktınız beni niye dünyaya getirdiniz?” diye. Sonrasında sefil, yiyecek ekmeğe muhtaç, çok çocuklu bir ailenin yaşamına giriyoruz. 11 yaşındaki kız çocuğu Saher’in kocaya verilmesi için ilk âdetini görmesi beklenir. Çaresizliğin, fakirliğin çıkardığı zorluklara karşı Zain (Zain Al Rafea) tek başına durmaya çabalar, sokaklarda çalışıp eve para getirir. Kavgaya girer, küfreder, sigara içer. Direnişine karşı, kız kardeşinin kocaya verilmesini engelleyemez. İsyan eder, evden kaçar. Bu sefer Etiyopya mültecisi Rahil ve bebek yaştaki oğlu Jonas karşısına çıkar. Rahil (Yordanos Shiferaw), yanına aldığı Zain’e bir süre sonra güvenir, işe giderken Jonas’ı bakması için bırakır.
Yönetmenin başarısı
Oyunculuktan gelme yönetmen Nadine Labaki, yakaladığı duyguyu seyirciye geçirmekte inanılmaz başarılı. Kendisi de avukat rolünde oynuyor. Cannes’da büyük jüri ödülünü kazanırken 20 dakika ayakta alkışlanması boşuna değil. Gerçek mekânlarda, inandırıcı karakterlerle, 6 ayda çevirdiği film bir an bile gerçeklikten kopmuyor. Başrolde oynattığı 12 yaşındaki Zain Al Rafea’nın filmdeki öyküyle örtüşen bir yaşamı olmuş. Suriye mültecisi, Nadine onu Beyrut sokaklarında benzer bir yaşamın içinde bulmuş. Etiyopya’dan kaçmış Shiferaw’in çekimlerden sonra evrakı olmadığı için tutuklanması gerçeğin başka bir yönü. Kameranın sürekli aksiyonun ve karakterlerin içinde olması, seyirciyi direk olayın içine alıyor.
Kefernaum, İsa’nın, lanetlediği buradaki kimsenin cennete gidemeyeceği bir yerin adı. Gerçekten, iyi tek bir karakterin olmadığı bir dünya çıkıyor karşımıza. Bu coğrafyanın kirlettiği tüm karakterler bir arada. Babanın mahkemede yaptığı savunmada “Bize çocuk yapın, iyidir, aile olursunuz dediler. Bunun hayatımı mahvedeceğini nereden bilebilirdim” sözleri, zihniyeti ortaya koyuyor. Çocukların doğum evrakının bile olmamasını, bu yüzden hastaneye kabul edilmemelerini, annenin tüm bu kaos içinde tekrar hamile kalmasını ise mantıkla açıklamak mümkün değil. Küçük Zain de finalde yanıtsız kalan bu soruya yanıt veriyor: “Doğurmalarını engelleyin.”
Oscar’da yabancı dilde adaylar arasında 3 film “Roma”, “Arakçılar” ve “Kefernaum” aile olmak üzerine anlatıları olan, bunun üzerine sorular soran filmler. Gittikçe kötüleşen bir dünyada çocukların ödedikleri bedeller artıyor. Nadine Labaki de bu durum karşısında tavrını ortaya koymuş. Hem seyirciyi de soruna ortak etmeyi başararak. Duygu sömürüsü şeklinde yapılan “çok bilmiş” eleştirmenlere kulak asmayın; gidin, izleyin, hissedin. Eleştirmenlerin sadece bazı sekansların çok tekrara girmesi üzerine yaptığı tenkitlere katılabilirim, o kadar...
Resimlerin ve sözcüklerin gücü adına
Jean Luc Godard hâlâ üretiyor. 90 yaşına merdiven dayamış usta, kurduğu sinema dilinden vazgeçmeden, deneysel filmlerine devam ediyor. Resim ve ses arasındaki bağlantıyı özgürce kullanan, aksak montaj kurgusuyla seyirciyi şaşırtan ve düşünmeye mecbur eden sinema dilini 50’li yıllardan bu yana ödünsüz şekilde kullanır. Godard, bir kez daha seyircinin algı sınırlarında dans eden bir kolaj kurmuş. Zihninde yer etmiş birçok filmden kısa pasajlar izliyoruz: Vertigo, Johnny Guitare, Oyunun Kuralı, Hamlet, Fil, Timbuktu, Berlin Ekspresi, Casablanca, Notorious, Arap Geceleri, Citizen Kane, General... Hepsi anlık yansımalar, kısa sekanslar olarak karşımıza geliyor. Godard; bilge, yaşlı sesiyle el metaforu üzerinden insanoğlunun şiddeti, aşkı, kanunların kolaylaştırdığı şiddeti, devrimin yanıltıcılığı üzerine fikirlerini söylüyor. Adeta 20. yüzyıl üzerine siyasal ve felsefevi bir düşünce çalışması yapıyor. Her şey anlık yansımalar olarak akıp gidiyor. Bir düşünceyi anlamaya çalışırken üzerine yenisi ekleniyor. Bir elin beş parmağından ilhamla, beş bölüme bölmüş kolajını. Son bölümde Batı’nın baskıladığı Doğu kültüründen bahsediyor. Bana en ilginç gelen bu bölümde, Doğu insanını ve kültürünü yüceltiyor, Batı’yı şiddet uygulayan taraf olarak resmediyor.