“Deli ve Dahi” vizyona gireli bir hayli oldu, yorumum biraz gecikti. Gecikmeli keşfettiğim bir cevher oldu. Tutkulu, bir o kadarda, sıra dışı iki insanın yaşamını anlatırken en büyük desteği birinci sınıf oyunculuklardan alıyor. Dünyanın en kapsamlı yayımlarından Oxford İngilizce Sözlüğü’nün ortaya çıkış sürecini anlatırken, yazarlarının saplantıya dönüşen yaşam mücadelelerine ruhumuza işleyen bir sinema diliyle tanıklık ediyoruz. Yer yer klişelere yaslanmasına rağmen. Sözlüğün diğer dillerdekilerden farkı sokak argolarından, labcoat jargonuna kadar her kelimeyi içermesi. Eğer bir kelime, İngilizce konuşulan bir yerde hayata geçmişse, sözlükte yerini almaktadır. Bu nedenle sürekli yenilenmesi gereken, yaşayan, nefes alan bir eserdir.
1857’de ilk şekillendirme çalışmaları başladığında halktan konuştukları kelimeler için açıklamalı mektuplar istenir. Gelen binlerce mektup arasında bir tanesinden, hazırlanmış 10 bin kelime çıkar. Ve mektup bir akıl hastanesinden gönderilmiştir.
Öykünün iki ana karaterinden Dr. Murray (Mel gibson) tam bir dil tutkunudur. Latince, Eski Yunan, Almanca, Rusça, İbranice yanında bir çok dilin kökenini bilmektedir. Her kelimenin etimoyolojisinin peşinde koşan bir meraklı. Üstüne üstlük akademi mezunu bile olmayan sıradan bir adam. İkinci karakterimiz Dr. William Chestor (Sean Penn) Amerikalı bir doktor. Cerrahi uzmanı, ağır sanrıların esiri olmuş paranoyak bir şizofren. Peşinde kendisini takip eden adam sanrısıyla, George Merrett adında masum bir adamı sokakta tabancayla öldürür. Mahkeme kararıyla, Londra’da Broadmoor Akıl Hastanesi’ne kapatılır. Hastaneden yaptığı katkılarla sözlüğün hayata geçmesinde Murray’nin en büyük yardımcısı olur. Murray sözlüğün yazılmasından çok kendisini kıskanan, engeller çıkarmaya çabalayan akademisyenlerle de yaptığı mücadelelerden yorulur.
İngiliz dönem filmlerinin ağır, kasvet dolu atmosferine karşın, canlı bir anlatım akıp gidiyor. Arnavut taşlı sokaklar, atlı arabalar, silindir şapkalar, ağır giysiler tabi ki dönemin olmazsa olmazları. Murray’nin Minor’a duyduğu hayranlık, onun kurtarıcısı olma çabası öyküde ön planda işlenmiş. Her iki adamın arkasında duran kadınlar ise olayların kırılma noktalarında önemli roller üstleniyor. Murray’in eşi Ada (Jennifer Ehle) ve Minor’un kurbanının dul eşi Elisa (Nathalie Dormar) öykünün iyi işlenmiş, hassas kimlikleri. Ada’nın akademisyen kurula yaptığı, Elisa’nın ise mahkemede konuşması etkileyici anlar olarak akılda kalıyor.
Oxford’un kibirli akademisyenleri, Dr.Brayne’nin (Stephen Dillane) hastaya zarar veren, şizofreni tedavisini bağnazca müdafaa etmesi örneklerinde İngiliz ukalalıkları dönemin gerçeklerini gösteriyor.
Sean Penn adanmış, çılgın bir performans gösterdiği Dr. Minor karakterine karşın, Gibson Murray’de olgun ve minimal bir oyunculuk gösterisi yapıyor. Kadın oyuncular Dormar ve Ehle, gardiyan Muncie’de yılların yan karakter oyuncusu Eddie Marsan çok iyiler.
Gibson’ın “Apokalypto” filminin senaryosunu yazmış olan İran asıllı Farhad Safinia’nın, PB Shemran mahlası, yönetmen ve senarist olarak çalıştığı film, dönemi ve karakterleri güzel yansıtıyor.
Dış basında eleştirmenlerin filmi eksik ve yetersiz bulması Gibson’ı haklı çıkartabilir. Benim açımdan ilgiye değer bir film.