Amerika doğumlu olmasına rağmen, kariyerinin büyük bölümünü Fransa’da geçirmiş, kısa kesilmiş saçlarıyla unutulmaz bir yüzdür aktrist Jean Seberg. Yaşamının 3 yılını, 1969-71 arasını anlatıyor, ‘Seberg’. Jean Paul Belmondo ile oynadığı Fransız Yeni Dalgası’na damga vurmuş, ‘Serseri Aşıklar-Au Bout De Souffle’ filminin (1960) unutulmaz karakteri, Paris’te yaşayan Amerikalı sarışını olarak anımsamak da mümkün. Otto Preminger’le çevirdiği Joan D’Arc (1957) ve ‘Günaydın Hüzün-Bonjour Tristesse’ (1958) filmleri kariyerine sağlam bir başlangıç olmuştu. Joan D’arc çekimleri sırasında gerçekten yanma tehlikesi geçirir ve vücudunda yaşamı boyu izleri kalır.
1969’da Western müzikali ‘İki Kabadayı-Paint Your Wagon’ çekimleri için Amerika’ya gelmesiyle Seberg’in hayatında yeni bir dönemi başlatır. Fransız kocası ve çocuğu Paris’te kalır. İsyankar ruhu, onu o yıllarda zenci hakları için mücadele eden Hakim Jamal (Anthony Mackie) ile bir araya getirir. Uçak yolculuğu sırasında Black Panthers örgütün liderlerinden olan hakim ile tanışması ve onunla yakınlaşması birtakım olayların hızla gelişmesine neden olur. Örgüt elemanları FBI’nın 24 saat takibi altındadır. Her türlü konuşmaları ve buluşmaları kayıt altına alınmaktadır. Bu işle görevli FBI ajanları Jack Salomon (Jack O’Connell) ve Carl Kowalski’nin (Vince Vaughan) radarına takılan Seberg’in hayatı da yavaş yavaş bir cehenneme döner. Örgüte para yardımı yapması ve toplantılarına katılması onu 24 saat izlenen ve dinlenen bir hedefe dönüştürür.
Yönetmen Benedict Andrews ve senaristler Joe Shrapnel ile Anna Waterhouse takip edilmenin insan psikolojisinde yarattığı paranoya üzerine odaklanmışlar. Yoksa karşımızda Jean Seberg’in fırtınalı hayatı üzerine biyografik bir hikaye işlenmemiş. Seberg’in, FBI takibi sırasında kırılgan psikolojik yapısının çöküşü, Amerika’nın insan hakları konusundaki agresif ve haksız yaptırımları ve onca kötü içinden çıkan tek vicdanlı ajan Jack üzerine bir hikaye var. Jack gerçekten vicdanının sesini mi dinliyor yoksa Seberg’e platonik bir aşk mı hissediyor? Seyirciye bırakılmış bir soru olarak kalıyor.
Kristen Stewart, kariyerinin en iyi performansını gösteriyor. Depresif karakterler onun beden diliyle inandırıcı bir uyum içinde. Kamera yakın plan çekimlere ağırlık vererek onun ruhsal çöküşünü hissettirmeyi başarmış. Yüz hatları kadrajı sırıtmadan dolduruyor.
Öykünün tek yönlülüğü, yaşamı çok fırtınalı geçmiş Jean Seberg’i anlatmakta yetersiz kalıyor. Yine de ilgisiz kalınmayacak bir film.