‘İda’yla 2014 Yabancı Film Oscar’ını kazanan Pawel Pawlowski, seyirciyi bir kez daha siyah beyaz dünyasına davet ediyor. ‘Soğuk Savaş’ politik anlamda bir dönemi yansıtırken, ön planda tutkulu bir aşk ilişkisine odaklanıyor. Tam tabirle, ‘ne seninle, ne sensiz’ şeklinde, yıllara yayılan Wiktor ile Zula arasındaki aşkı anlatıyor. Birlikte mutlulukları asla uzun süreli olmayan/olmayacak iki sevgiliyi tanıtıyor. Yaşam dürtüleri farklı mecrada akan iki ruhun birlikteliği, tutku paydasında birleşir; ateş olur, kor olur.
1949 yılının Polonya’sında başlıyor öykü. Biten savaşın ardından Stalin komünizminin tüm gücü ve propagandasıyla hüküm sürdüğü yıllar. İki müzikolog Wiktor ve Irina, köylerde dolaşarak halk müziğini ve danslarını icra edecek kabiliyetli gençleri arar. Öğrenci seçmelerinde Zula, canlılığı ve ses performansıyla yönetici kadrosunun dikkatini çeker. Wiktor, önce öğrenci olarak ilgilendiği Zula’ya zaman içinde âşık olur. Kurulan Mazurka topluluğunun başarısı ise yönetici baskısıyla, parti propaganda aracı olarak Stalin bayrağı altında gösterilere dönüşür. Berlin’e yapılan bir konser sonrası Wiktor yıkıntılar arasından kaçarak Batı’ya sığınır. Zula ise önceden kararlaştırdıkları halde, onunla birlikte kaçmaz. İki yıl sonrasına atlayan öyküde, Wiktor’un Paris’te caz piyanisti ve aranjör olarak çalışmaya başladığını görüyoruz. Hayat, her iki sevgiliyi bir kez daha Paris’te bir araya getirecektir.
Pawlowski, anne ve babasının hayatından esinlendiği hikâyesinde, yıllar içinde atlama yaparken aradaki olaylara hiç dokunmuyor. Onları kısaca bir iki cümleyle geçiyor veya bizim tahayyülümüze bırakıyor. Aşkı, duyguyu hissettirmek istiyor. Uyumsuz iki karakterin bir araya gelme ve tekrar uzaklaşma dönemlerindeki duyguyu ustalıkla yansıtıyor. Sinemasının en alışılmış özelliği olan, resim kadrajının bir köşesinde boşluk yaratma anlarını kullanıyor. Boşluk; onun kadrajlarında bir eksikliğin, duygu veya beden olarak orada olmamanın bir sembolü filmlerinde... Yalnızlık, ayrılık onun öykülerinde hep var. Müzik; gerek Polonya türkülerinde, halk danslarında, caz veya rockn roll şarkılarında mükemmel bir tematik bütünlük sunuyor. Siyah beyaz anlatının, öykünün dönemsel ve ruhsal yönünü yakalamadaki payı da büyük. Görüntü yönetmeni Lukasz Zal, iç mekân veya konser kadrajlarında sirküler kamera dönüşleriyle mükemmel anlar yakalamış. Kurguda Jaroslaw Kaminski, 15 yıla yayılan sıçramalı anlatıya olağanüstü bir akışkanlık kazandırmış. Kaminski, kurguda 2018 Avrupa Film Birliği ödülünü kazandı, Pawlowski de Cannes’da en iyi yönetmen seçildi.
Oyunculuklara gelince... Zula’da, Joanna Kulig perdeden dışarı taşan bir enerji veriyor karakterine. İnişleri, çıkışları, hüzünlü anları müthiş oynamış. Bu yıl izlediğim en iyi kadın oyuncu performansı diyebilirim. Deneyimli oyuncu Tomasz Kot keza, Wiktor’da çok iyi. Sakin kalmayı başaran, güçlükler karşısında kararını ne pahasına olursa olsun veren bir adam. Aşkından vazgeçmeme konusunda da kararlı bir karakter.
Filmde sık sık karşımıza çıkan ‘Oy Oy’ şarkısı tüm öyküyü özetliyor. Kalbimin yarısı siyah, yarısı beyaz...