Çalışan insanlar olarak çoğumuz zamanımızın büyük bölümünü işi düşünerek, işimizi yaparak, işle ilgili mekanlarda ve işle ilgili insanlarla geçiriyoruz. Zamanımızı, emeğimizi ve yaratıcılığımızı ayırdığımız işlerimiz hayatlarımızda bu kadar büyük alan kaplamaya başladığından beri işle aramızdaki alışverişin dinamikleri de değişti.
Her şeyimizle işe dahil oluyor ve işten de çok yönlü geri dönüşler bekliyoruz. Çoğumuz iş yaparken maddi ve manevi kazanç kadar ruhsal ve duygusal zenginleşmeye de odaklandık. Artık öncelikli olarak ruhumuzu katabileceğimiz işleri, ruh işlerimizi arıyoruz da diyebiliriz.
Bazen başardıklarımızla gurur duyuyor ‘İyi ki bu işi yapıyorum’ diyoruz. Bazen yoruluyor bırakıp gitmek istiyoruz. Ulaşılamayan hedefler, kendi yeteneğine, bilgisine ve eğitimine uymayan işlerde çalışmak, tatminsizlik, yaptığın işin karşılığında beklenen ücreti kazanamamak, stresle başa çıkamamak, uzun ve yorucu çalışma saatleri, trafikte geçen zaman gibi birçok sebep çalışanların işlerini sorgulamasına neden oluyor. Belli iş kolları ve pozisyonlardaki aşırı sorumluluk ve baskı altında ezilenler, sürdüremeyeceklerini düşünenler ve kariyerinin başındaki kişiler işlerini daha
Terk etmeyi, bir insanı terk etmek olarak düşünmeyin. Dışımızdakileri terk etmeye odaklanmak yerine gelin içimizde neleri terk edeceğimize bakalım. Yaşam boyunca işlevini tamamlayan, işlerliğini yitiren ve artık fayda üretmeyen çok hikayenin ve duygunun içinden geçeriz. Terk etmemiz gereken her şey yüzeye çıkar ve kendisini gösterir. Gözlerimizi gerçeği görmeye yönlendirirken kulaklarımızı da duymaya açmalıyız.
İlişkilerde de mesajlar kişiye özeldir. İlişkilerinde kendini değersiz hisseden ve bu değersizlikle önce kendini sonra da etrafını yıpratan bir kişi için soru "Kendi değerini fark etmek yerine 'güvensizlik' yaşayarak kendini tüketmeye devam edecek misin? Kendini mutsuz etmeye devam edecek misin?" olabilir. Bu mesajın derinliği ise “değersizlik konunu halletmelisin!”dir.
Sürekli para sorunu yaşayan bir kişiye de “Parasızlığı terk etmeye hazır mısın?” sorusu sorulmaktadır. Ya da engellerle karşılaşan ve tam ulaştım derken elinden fırsatları kaçıran kişilere de “Fırsatları yakalayamadan hayatını devam ettirmeye kararlı
İçine doğduğunuz aile, toprak ve doğum şekliniz tamamen bir tesadüf gibi gözüküyor olabilir. Oysa arkasındaki dinamikler ve ruhsal seçimler bu dizaynın bir parçası. Sperm ve yumurtanın buluşmasından doğuma kadarki sürecin tüm yaşama olan etkisi büyük. Aynısı doğum hikayelerimiz için de geçerli.
Erken doğum, bebeğin ters gelmesi, kordon dolanması ve her türlü zor doğumun bilinçaltı bir tetikleyicisi ve duygusal bir izi oluşur. Zor doğumla dünyaya gelenler zorluğu normalleştirip her zaman en zoru seçebilirler. Erken doğanlar zamanla uyumda sorunlar yaşayabilir. Normal doğum zamanını geçirenler, büyüdüklerinde “her şeye geç kaldım” duygusuyla bocalayabilirler. Anne kendini güvende hissetmediği yerde ve koşullarda doğum yaptığında bebeğe de akan güvensizlik hissi, onun çocukluk, gençlik ve yetişkin hayatı için önemli bir konuya dönüşebilir. İnsan sayısı kadar çok ihtimal sayılabilir. Bu saydıklarım çok sık rastladıklarımız.
Doğum hikayesinin dışında bir diğer önemli faktör
Bu konuda emek veren birçok kişinin, eserin ve çalışmanın etkisi ve desteğiyle Bert Hellinger Aile Dizilimi sistemini Zulu Kabilesi ile yaptığı derin araştırmalardan sonra faydalı bir teknik olarak dünyaya sunmuştur. "Aile Dizilimi", "Aile Draması" gibi farklı şekillerde adlandırılan tekniğin dinamiklerini paylaşmak isterim.
Her çalışmada çok defalar kullandığımız ilk çemberle çalışmaya başlarız. Yani her anne ve babası olan (hayatta olmaları gerekmez) insana rahatlıkla uygulanabilen bir tekniktir. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Biyolojik anne ve babamızla birlikte birçok kavram hayatımıza direkt olarak entegre olmaktadır. Birincil bakım verenlerle aradaki bağların da etkisi aynı şekilde önemlidir. Uzun yıllar çocuğun kavramlarını annenin şekillendirdiği savı ile anneler bolca suçlandı. Anne kadar baba, kardeşler, bakım verenler, kuşaklar öncesinden bir ata / atalar ve aile içinde sıkışmış, çözülmemiş enerjilerin akmasına aracı olmayı hedefler. Ruh yaşamda bunu kendisi için yapar, kimse başkasının vebalini ödemez. Evrene faydalı
Bir süredir hem danışanlarımızla hem arkadaşlarla olan sohbetlerimizde fark ediyorum ki değişim yasası orjinalinden uzak bir biçimde anlaşılıyor ve yorumlanıyor. Ben değişirsem nelerin değişebileceğine birlikte göz atalım.
Değişim doğanın ve insanın özünde var. Sürekli olarak değişiyoruz. Mevsimler, hava, zaman değişiyor. İnsanlar anne rahminden ölüme kadar nasıl da değişiyor. Damak tadımız değişiyor, fikirlerimiz değişiyor.
Ruhsal bilginin yayılımı arttığından beri “sen değişirsen her şey değişir” bir slogan gibi dilden dile yayılıyor. Bu ifadede bir sorun olmadığına inanıyorum. Sorun bu bilgiyi kendimiz için kullanmayı bıraktığımızda başlıyor.
Kendi başına kalmak ve yalnızlık birbirine çok karıştırılabiliyor. Çoğu kişiye de korkutucu geliyor. Peki kendi başına kalmanın özü nedir?
Yalnızlık paylaşımsız kalmak, hayattan uzaklaşmaktır. Kendi başına olmak ise kendinle baş başa olabilmektir. Duygularımızla, düşüncelerimizle, yaşadıklarımızla, öğrendiklerimizle, anılarla ve özümüzle birlikte olmaktır. Hayatın içinde yaşarken, ilişkileri sürdürürken, paylaşımlar devam ederken de kendimizle baş başa olabiliriz.
Kendi başına kalmak insanları korkutur çünkü kendimizle baş başa kaldığımızda bakacağımız, göreceğimiz tek kişi kendimiz oluruz. En derinimize ulaşabiliriz. İçimizdeki en canlı ve en donuk renkleri fark etmeye başlarız. Bir insanla tanıştığımızda dikkat kesiliriz. Çünkü onu anlamak, tanımak isteriz. Böylece yaşamımızda onu nasıl konumlandırabileceğimizi biliriz. Hoşumuza gitmiyorsa uzak kalırız. Kendimizi tanırken hoşa gitmeyenlerle karşılaşacak olmak fikri zorlayıcıdır. Bu durumda kendimizden ne kadar uzaklaşabiliriz ki?
Kendinizle baş başa kalmaktan korkuyorsanız içinizdeki derinliği görmekten, kendinizden kaçıyor olabilirsiniz. Bu korku çok güçlü olduğunda insan aynada kendi gözlerine bakmaz. Tek başına olduğu ortamda
Ritüellerin Kıymeti
İnsanlık tarihinin şimdilik bildiğimiz başından beri ritüellerin bireysel yaşamın, toplumun ve kültürün bir parçası olduğunu görüyoruz. Peki ritüeller neden önemli?
Yaşamın devamlılığı için gerekli ve önemli olan her şey zaman içinde ritüelleşmiş. Yemenin ve içmenin çeşitli ritüelleri var. Avlamanın ve toplamanın ritüelleri var. Değişen mevsimleri karşılamanın, zamanı hatırlamanın ritüelleri var. Hepsinin özünde yaşamın ve doğanın devamlılığını onurlandırmak ve bu devamlılığın insanın yaşamının devamlılığına olan hizmetine şükretmek var.
İnsan ritüeller aracılığıyla hem kendi gibi hissedenlerle birlik olur hem de ritüele konu kavram, olay ya da durumla arasında bir bağ üretir. Ritüeller mevcut bağları hatırlamanın, onurlandırmanın ve yenilerini kurmanın aracıdırlar.
Kadim ritüellerin çoğunun özünde insanın doğayla, hayatla birleşmesi vardır. Ritüeller bir dua aynı zamanda bir şükürdür. İnsanları bir araya getirir ve ortak bir duanın ya da niyetin kalabalıklarca ve inançla dile getirilmesini sağlar. Güçlerini bu uyum, birlik ve inançtan alırlar.
Yeni yıl, hıdrellez, doğum, cenaze, yas, evlilik, ataları anmak, ekim, hasat, dolunay, ilk ürün,
Çok değerli olduğumu biliyor, kabul ediyorum. Değerimi hayat ve insanlar görüyor, bana hissettiriyor. Yaşamak çok güzel.
Öz değer; hatırladınız mı? Karşımızdaki insandan beklediğimiz as olanın kendimiz olanın öz değer anlayışı. Kendinizi listenin en üst yerine koymak. Yalnızca kendimi seviyorum demekten ziyade; sağlıkla beslenmek, gülümsemek, sözlerimize dikkat etmek, bedensel olarak hareket halinde olmak.
Kendime değer veriyorum; öyle bir anda üzerine düşünülüp karar verilecek bir alan değil, bir canlıya verdiğimiz değerin yıllar içinde gelişimini nasıl takip edip gözlemliyorsak kendimizde öyle olmalı. Kendimize değer vermek sabah uyandığınızda yatağınızda gözlerinizi açtığınız ilk andan itibaren başlar. Kendinizi nasıl hissettiğiniz ile alakalı devam etse bile aslında yataktan ilk adımı attığınızda ve sonrasındaki kendiniz ile olan iletişiminin devamı olur.
Birçoğumuz kendimiz ile baş başa kalmaya korkarken, başkasının o kendi kendimize “bilemediğimiz” öz-değerimizi dışarıdan kalbimize sokuvermesini bekleriz. Üzgünüm ama bu bizler değişmedikçe “ben çok ama çok değerliyim” demedikçe olmayacak… Ne zaman inancımız değişir o zaman etrafımızda bize o “değer” anlayışımızı geri yansıtacak