Luce, izleyeni ters köşe yapabilecek sorular ortaya atan bir film. Her şeyden önce, önyargılar üzerinden hareket ediyor öykü. Şaşırtıcı kırılmalar yaşıyor. Önyargılar doğru çıkabilir mi? Veya önyargılar şüpheye dönüştüğünde, insanların değer yargıları gerçeği ne kadar saklayabilir? Geçmişin travmaları hayalet gibi hep bir yerlerde saklanır mı?
Okulun en başarılı öğrencisinin dolabında bulunan havai fişek paketi öykünün ana damarı. Paket, okulun akademik değerleri en iyi öğrencisi olan Luce’nin dolabındadır. Okulun en disiplinli öğretmeni olarak bilinen Harriet Wilson (Octavia Spencer) yetkisi dışında bir arama yaparak pakete ulaşmıştır. Bu tür aramaları başka öğrencilerin dolaplarında da yapmış, uyuşturucu vs. bulmuştur. Luce çalışkanlığı, sporculuğu, kendini ifade etmesindeki yetenekleriyle el üstünde tutulan bir öğrencidir. Eritre’de doğmuş, iç savaşın ortasında kalmış, 10 yaşında Amerika’da bir aile tarafından evlat edinilmiştir. Harriet patlayıcının bulunmasından sonra Luce üzerine çeşitli
‘Lara’, Alman genç yönetmen Jan Ole Gerster’in ikinci uzun metrajı. 2012’de siyah beyaz çektiği, ilk filmi ‘Oh Boy-Eyvah’ ile ülkesinde kazanılmadık ödül bırakmayan Gerster, 7 yıllık aradan sonra ‘Lara’da ana teması tekrar ‘yalnızlık’ olan bir hikâye anlatıyor. ‘Oh Boy’da Niko adında, yaşamın anlamı üzerine düşünen genç bir adamla tanışmıştık. Başladığı hukuk tahsilini yarım bırakmış, yaşamı üzerine geldiği gibi yaşamaktan keyif almayan, şablonlara uyumsuz bir karakterdi. Berlin’in bulutlu fonunda tuhaf (!) insanlarla buluşuyordu. Günlük yaşamın sıradan tipleriydi. Onları anlamak, onlarla empati kurmak Niko için zordu. 24 saatlik öyküde en somut olay, Niko’nun sadece sıcak bir kahve içebilmek için verdiği çabaydı. Son 10 yılın, Alman sinemasından gelen en müstesna filmlerden birisi olmuştu.
Gerster, bu kez Lara kimliğinde daha yetişkin bir hayatın yalnızlığına odaklanıyor. 60. yaş gününde Lara’nın 24 saatine tanık oluyoruz. Lara Jenkins, sabahın griliğine mutsuz
Çok sevdiğim bir filmdir Milos Forman imzalı Guguk Kuşu (1975). Jack Nicholson’ın canlandırdığı R.P Mc Murphy karakterinde yaptıkları unutulmaz bir oyunculuk gösterisidir. Deli rolü yapan sıradan suçlu Murphy’nin otoriteye karşı duruşu, kariyerinin en iyi performansları arasındadır. Filmin diğer unutulmaz karakterlerinden birisi de Louisa Fletcher’in canlandırdığı Mildred Ratched adlı başhemşiredir. 1976’da Fletcher’a en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar’ı kazandıran duygusuz ve ifadesiz bakışlı, acımasızca davranabilen baş hemşire karakteri, film boyu Murphy’nin her türlü isyanına karşı çıkar. Bu karakterden yola çıkan ‘Ratched’ dizisi baş hemşirenin Murphy ile bir araya gelmesinden önceki yaşamını anlatıyor. 40’lı yıllarda Kaliforniya’daki Lucia Akıl Hastanesinde çalıştığı dönemdir. Üvey kardeşi Edmund Tollesen’i kollamak için girdiği hastanede, eşi benzeri olmayan entrikalar ve kötülükler yapar. Kafasındaki planları sinsice uygulayan bir kötülük meleğidir. Suçları bizzat işlemez, onun
Film kuramcısı David Bordwell, beyazperdede anlatıyı seyirciye ip uçları verme süreci olarak tanımlar. Dramatik yapı bu şekilde seyircinin kafasında kurulur. Sanat sineması ve deneysel film kalıplarında ise iş değişir der. Burada nesnelle, öznel gerçekçilik iç içe geçebilir, ip uçları belirsizleşebilir, seyirci zorlanabilir. Her şeyden önce karakterin gerçekliğinin sorgulanması, uzun çekimler ve tuhaf açılar gibi biçimlerin kullanılması, olay örgüsünü geri plana atabilir, karaktere odaklanan bir anlatıyı ön plana çıkarabilir. Bu kurama dört dörtlük uyacak bir film, Netflix’de yeni gösterime giren ‘Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum’. Ne kadarı gerçek ne kadarı bilinçdışı seyircinin yorumuna bırakılan öykü, dram, gerilim, kara komedi, müzikal arasında gelip gidiyor.
Karmaşık öykülerin uzmanı sayılabilecek Charles Stuart Kaufman: ‘John Malkowich Olmak’ (1999), ‘Adaptation’ (2002), ‘Sil Baştan’ (2002) gibi filmlerin senaristi olarak
Pandemi dönemiyle başlayan sinema salonu özlemi ‘Tenet’le sonlanabilecek mi? Burada esas soru, ‘Tenet’ salonlara dönüş için ideal bir film olabilir mi? Merakla beklenen bir Christopher Nolan filmi olması itibarıyla, yanıt başlangıçta evet olabilir. Kendine özgü sinema diliyle son 15 yılın en tanınan yönetmenler sınıfına yükselmiş, yapacakları merakla beklenen bir isim. Pandemi nedeniyle, sinema sektörünün içinde bulunduğu finansal krizi atlatabilecek bir film olup olmadığı tartışılır. Beyin yakan film olarak lanse edilmesi, birkaç kez seyredilmesi gerektiği söylentileri, ilk hafta sonunda dezavantaja dönüştü. Şu gerçek ki, Nolan sinemasına alışkın olmayan seyirci için zorlayıcı, çok tat almayacağı bir film olabilir.
‘Memento’, ‘Inception’ ve ‘Interstellar’ filmlerini izleyenler, Nolan’ın zaman kavramıyla oynamayı, onu eğip bükmeyi sevdiğini bilir. Bu kez zamana daha farklı açıdan bakıyor, zamanı geri alarak insanlık için kötü olabilecek olayların ortaya
Bazı filmleri yazarken cidden zorlanıyorum. Filmin kötü olduğundan değil, aksine etkileyici ve gerçeğe rahatsız edici derecede yakınlığı, kalemimi zorluyor. Örneğin, insani şiddetin ana temayı oluşturduğu filmlerin, tahammül sınırlarını zorlaması mümkün. İzleyeni o noktaya getirmek kolay iş değil. Tokat şiddetinde gerçek bir sinema dili gerektirir. İşte ‘Boyalı Kuş’ bu türde bir film. Şiddet ve sadizm, tüm çıplaklığıyla karşınıza geliyor. İnsan kötülüğünün sınırsızlığı bu kadar mı çarpıcı anlatılır diye düşünüyor insan.
Anımsıyorum, ilk kez lise yıllarında okumuştum Jerzy Kosinski’nin aynı adlı romanını. Romandan, zihnime işlenmiş sinematografik sekanslar, şiddet dolu resimler kalmıştı. Filmi izlerken çoğu sekans, zihnimdeki eski resimlerle eşleşti.
Çek yönetmen Vaclav Marhoul, beyazperdeye uyarlamış romanı. 35mm formatında siyah beyaz çekilen film, İkinci Dünya Savaşı’nın son aylarını anlatır. Savaşın başlarında Almanlardan kaçan ailesi tarafından yaşlı bir koruyucu anneye bırakılan bir Yahudi çocuğun
2020 tarihli Polonya yapımı ‘The Hater’, son dönem izlediğim filmler arasında en antipatik karakteri tanıtıyor. Tomazs Giemza adlı genç bir adamla karşılaşıyoruz. Çıkarları için her türlü kötülüğe açık bir karakter. İkili oyunlar, yalan dolan, yerine göre ezik duruş, hepsi karakterin dağarcığında mevcut. Tüm dünyada etkin olan internet trollerinin işleri nerelere vardırabileceğini gösteriyor. Sosyopat bir karakterin vücut bulmuş hali olarak, yeni bir Travis Bickle (Taksi Şoförü), bir Patrick Bateman (Amerikan Sapığı) karakterlerini akla getiriyor. Tomazs bir kurban mı yoksa pis bir oportünist mi? Yoksa her ikisi birden mi?
Başlangıçta Tomazs’ın yaşadığı büyük hayal kırıklığına tanık oluyoruz. İntihal nedeniyle hukuk fakültesi öğrenciliğinden atıldığı, iki öğretim üyesi tarafından yüzüne karşı açıklanıyor. Sonrasında Tomasz’ı zengin bir aile evinde akşam yemeğinde görüyoruz. Kendisinin bu ailenin maddi desteğiyle fakülteye gidebildiğini öğreniyoruz.
Şekil değiştiren kötülük
Spon
Birbirine benzeyen diziler vitrininde ‘The New Pope’ elmas gibi parlıyor. ‘The Young Pope’ ile ilk sezonunda muhteşem bir giriş yapan Paolo Servino, ikinci sezonunda hikayesini yine görsel ve öyküsel zenginliklerle sürdürüyor. Sinematografik anlamda onun beyaz perdeden alıştığımız üslubu TV serisinde de aynen devam ediyor. İnsan ve mekan estetiğini emsalsiz yaratıcılıkla birleştiriyor, hikayeci dilindeki ince mizah ve ironi asla eksilmiyor.
Fellini, Antonioni, Pasolini geleneğini güncelleyerek karşımıza getiriyor. Tüm filmlerinde birlikte çalıştığı sinematografi ustası Luca Bigazzi ise hafızlara kazınan görsel cambazlıklar sunuyor. İtalyan sinemacıların koyu Katolik inançları, filmlerinde ironiyle işlemeleri yeni bir şey değil. Fellini’nin Roma (1972) filminde Vatikan’da rahiplerin sunduğu dini kıyafet defilesi nasıl unutulur? Sorrentino bir adım daha öteye geçerek kardinallerin seks hayallerine ve gizli hayatlarına dokunuyor. Dinin kutsallığının birçok günahı örttüğünü gösteriyor.
İkinci sezon ilkinin bittiği yerden başlıyor.