2020 tarihli Polonya yapımı ‘The Hater’, son dönem izlediğim filmler arasında en antipatik karakteri tanıtıyor. Tomazs Giemza adlı genç bir adamla karşılaşıyoruz. Çıkarları için her türlü kötülüğe açık bir karakter. İkili oyunlar, yalan dolan, yerine göre ezik duruş, hepsi karakterin dağarcığında mevcut. Tüm dünyada etkin olan internet trollerinin işleri nerelere vardırabileceğini gösteriyor. Sosyopat bir karakterin vücut bulmuş hali olarak, yeni bir Travis Bickle (Taksi Şoförü), bir Patrick Bateman (Amerikan Sapığı) karakterlerini akla getiriyor. Tomazs bir kurban mı yoksa pis bir oportünist mi? Yoksa her ikisi birden mi?
Başlangıçta Tomazs’ın yaşadığı büyük hayal kırıklığına tanık oluyoruz. İntihal nedeniyle hukuk fakültesi öğrenciliğinden atıldığı, iki öğretim üyesi tarafından yüzüne karşı açıklanıyor. Sonrasında Tomasz’ı zengin bir aile evinde akşam yemeğinde görüyoruz. Kendisinin bu ailenin maddi desteğiyle fakülteye gidebildiğini öğreniyoruz.
Şekil değiştiren kötülük
Sponsor ailenin akşam yemeğinde Tomasz okuldan atıldığı gerçeğini söyleyemez. Yemekten alelacele ayrılmadan telefonunu koltuk minderinin altına saklar ve arkasından konuşulanları dışarıda, başka bir telefondan dinler. O andan itibaren Tomazs’ın yaşamla, insanlarla çok uyumlu bir karakter olmadığı anlaşılıyor.
Trolleme yapan bir internet sitesinde çalışmaya başlaması, onun gerçek yüzünü ortaya çıkarır. Kendisine verilen ilk işte sağlık ürünleri satan bir sitenin iflahını keser. Arkasından, politikada yeni bir yüz olarak ortaya çıkan, aşırı sağcı Pawel Rudnicki’yle uğraşmaya başlar. İlginç olan, sponsor ailesi de bu politikacının arkasındadır.
Yönetmen ve senarist Jan Komasa, ‘Corpus Christi’yle geçtiğimiz Oscar’larda yabancı dilde aday gösterilmişti. Mateusz Pacewicz’in senaryosundan yola çıkan Komasa, atmosfer yaratma ve karakterinin karanlık dünyasını yansıtma konusunda mükemmel bir iş başarmış. Kimsenin iyi olmadığı, kirli bir evren içinde seyirci tutunacak bir karakter arıyor. Ve bulamıyor... Polonya içinde yükselen faşizmden ürperten sekanslar sunan Komasa, komünizm sonrası dönemin daha aydınlık olmadığını, demokrasinin sözde kaldığını anlatıyor. Tabii ki daha önemlisi, internet evreninin kirli ve karanlık dünyasının nelere muktedir olduğu göstermesi oluyor.
Oyunculuklar tıkır tıkır işliyor. Maciej Musialowski, edilgen ile kötülük arasında gidip gelen Tomasz karakterinde çok başarılı. ‘Otomatik Portakal’ın kötü ruhlu, narsist karakteri Alex (Malcolm MacDowell) kadar etkileyici desem abartıya kaçmaz. Günümüz dünyasında şekil değiştiren kötülüğe dikkat çeken bu filmi ibretle izleyin.