“Ahtapottan Öğren-diklerim” bu yıl Oscar belgesel adayları arasında yer almasa itirazım olurdu. Bu kadar emek harcanmış ve ilham verici bir hikaye es geçilemezdi ve geçilmedi de… Bir ahtapot ile insan arasında nasıl bir dostluk bağı kurulabilir? Düşündüğümde imkansız gibi gözüken bir öyküyü, yönetmen James Reed ve kurgucu Pippa Ehrlich-Dan Schwalm iş birliği ortaya çıkarmış. Su altı dünyasının mükemmel görüntüleri içinde sıra dışı bir dostluk öyküsü anlatılıyor. Hikayeyi en başından şekillendiren ve bizzat yaşayan ise yapımcı Craig Foster. Foster, Kalahari çölünde çektiği bir belgesel sonrası Güney Afrika Cape Town’daki evine geri döner. Psikolojik olarak kendisini boşlukta hissettiği bir döneme girer. Şifayı su altı doğasının büyüleyici manzarasının içine girmekte arar. Her sabah evinden çıkar ve hava kaç derece olursa olsun okyanusa dalmaya gider. Bedeni yavaş yavaş altı ay içinde suyun soğukluğuna alışır ve daha uzun süreler kalmaya başlar. Kafasındaki
‘Hep aynı günü yaşamak’ sinemanın sevdiği, fantastik konular arasındadır. Bu temanın en klasikleşmiş örneği, Bill Murray’in yıldızlaştığı, 1993 yapımı ‘Bugün Aslında Dündü/The Groundhog Day’ filmidir.
Gerçekten yaşamda her günü, dün gibi yaşamıyor muyuz? Rutin işler içinde sıkışmış, yuvarlanıp gittiğimiz bir yaşam şekli. Sinemada karşımıza gelen fantastik hikâyeler, bir nebze olsun bizi yaşam şeklimiz, rutinimiz konusunda uyarıyor. Belki kıyafetimiz, ayakkabımız değişiyor, fakat günlük rutinlerimiz asla... Kısır döngüden kurtulmanın yolunun zincirleri kırmak olduğunu biliriz de, nereden başlayacağımızı bilemeyiz.
Filmin geçtiği Palm Spring, Kaliforniya sınırları içinde eğlence ve keyif beldesi. Film bir rüya sahnesiyle açılıyor. Rüya bitiyor ve Nyles (Andy Samberg) bir otel odasında, kız arkadaşı Misty (Meredith Hagner) ile uyanıyor ve hiç seksi olmayan bir sevişme sahnesine tanık oluyoruz. Çok geçmeden Nyles’ın, bir gece önceki düğünün aynı sabahına
Sessiz, sakin bir kasaba düşünün. Herkesin herkesi tanıdığı, sığ bir yaşamın sarmaladığı küçücük bir kasaba... Her yerde olabilecek, gizli saklı olayların asla eksik olmadığı bu kasabaya gelen bir yabancı, bir anda bir şeyleri değiştirmeye başlar. Rutin yaşamın uyuşturduğu ruhlar, zihinler yavaştan uyanmaya başlar. Bloomfield kasabasında otobüsten inmiş bir genç kız, Jimmy ve Victor kardeşlerin işlettiği bara girer. Jimmy’nin, tezgâh arkasında çalışıp muhasebe işlerine baktığı, özürlü kardeşi Victor’un da ona getir götür işlerinde yardımcı olduğu bir yerdir burası. Sırtında çantası, sıcak tutacak kapüşonlu ceketinden başka bir şeyi olmayan, güzel gülümsemeli bu genç kız, Jimmy’den mekânın tuvaletini kullanmak için izin ister. Kısa süre sonra kapının arkasından gelen ot kokusu, bardakilerin dikkatini çeker ve Jimmy kapıya vurur. Kızdan mekânı terk etmesini, ot içilmesine müsaade edemeyeceğini söyler. Kız kızmadan, kendine has gülümsemesiyle çıkar gider.
Ağabey Victor, takıntılı,
“Sonsuz Siper” İspanyol Sineması’ndan son yıllarda çıkan en dikkat çekici filmlerden. Yönetmen üçlüsü Aitor Arregi, Jon Garano, Jose Mari Goenaga ülkelerinin yaşadığı çalkantılı 36 yılın hikayesini çekirdek bir ailenin başından geçenler üzerinden anlatıyor. 1936’da başlıyor öykü. 1933’te patlayan ve 3 yıl süren İspanya İç Savaşı Franco’nun komutasındaki Milliyetçi cephenin kazanmasıyla sonuçlanmış, kaybeden Cumhuriyetçiler için insan avı başlamıştır. Her mahallede türeyen ispiyoncular kolluk kuvvetleriyle ortak çalışarak birçok insanın başını yakmaktadır. Yargısız infaz sokak ortasında, idam sehpasında veya zindanlarda çürüyerek gerçekleşir. Yeni evli Higinio ve Rosa çiftinin böyle bir gammazlama sonucu karartılan hayatlarına, dönemin şartlarıyla tanık oluyoruz.
Kapı komşuları Gonzalo (Vicenta Vergara) tarafından ihbar edilen Cumhuriyet taraftarı Higinio, can havliyle askerlerin elinden kaçıp kurtulur. Gizlice evine döner ve evin altında hazırlamış
2020-21’in en fazla ödül kazanan filmi “Nomadland” olacak gibi. Sinema salonu olmadan filmlere ödül vermek, almak anlamını kaybetmiş gibi gözükse de sonuçta iyi filmler hala yapılıyor. 78. Altın Küre’de en iyi dram filmi ve yönetmen ödülü alan “Nomadland” anti kapitalist ruhuyla, artık daha az tüketen toplum olma anlayışına yandaş bir duruş sergiliyor. Yönetmen Chloé Zoe’de Altın Küre kazanan ilk Asya kökenli yönetmen oldu.
Öykü Jessica Bruder’in “Nomadland: Surviving in America In The 21.Century” romanından sinemaya uyarlanmış. Bruder bir gazeteci ve bir yıl boyu göçebe yaşayan insanlar arasında zaman geçirmiş, sonunda orada yaşadıklarını kitaplaştırmış. Amerika’da “modern-day nomad” diye adlandırılan bu insanlar, karavanlarda yaşayan belirli, kamp alanlarında buluşan, bu şekilde iletişim kuran serbest ruhlu insanlar. Yaş ortalamaları 50’lerde, çalışma hayatından bıkmış veya aradığını bulamamış aklı başında, kültürlü insanlar. Dertlerinden dolaşarak
Sinema, kadın karakterleri kahramanlaştırma veya ön plana çıkarma konusunda son yıllarda oldukça yaratıcı. 2017’de Hollywood sınırları içinde patlak veren cinsel taciz olayları sonrası bir özür dileme planı olarak da düşünebiliriz. Bu enflasyonist artış, kaçınılmaz olarak iyileri, kötüleri, abartılı karakterleri beraberinde getirdi.
50’li yılların ‘film noir’ olarak adlandırılan polisiyeleri entrikacı, kötücül ‘femme fatale’ karakterini yaratmış, sinema yıllar boyu bu kötü kadın karakterin ekmeğini yemişti. Artık onun yerine, eril dünyadan özendiği gücü uygulayan, aksiyon kadınları geçti. Kadın evreninde aksiyon ve cesaret denince Alien serisinden Ellen Ripley’in yanına (Sigourney Weaver) yıllarca kimseyi oturtamamıştık. Sonra 2000’li yıllarda, Tarantino harikası Kill Bill’in intikamcı Gelin’i (Uma Thurman) arzı endam etti. Sırasıyla Mad Max’in tek kollu Imperator Furiosa’sı (Charlize Theron), Wonder Woman olarak mitolojik kökenli, süper güçlü Diana (Gel Gadot),
Zaman su gibi akıyor.
Tutamazsın, bir kutuya hapsedemezsin.
Ancak hafızanda mühürleyebilirsin.
Yaptıklarınla anılara dönüştürür, anımsarsın.
Yazı yazmakta zamanı mühürlemenin bir yolu.
Hem de çok güzel bir yolu.
Bunlar bir anda Milliyet Ege’nin 25. yılı nedeniyle bir yazı yazmam gerektiğinde aklıma düştü.
Gerçekten bu kervana ne zaman katıldığımı anımsamakta güçlük çektim.
Otizmli bireyleri eğitmek, tartışmasız yaşamın en zor uğraşlarından biri. Devlet kurumlarının, annenin, babanın bile uzak durabildiği, sorunlu, saldırganlık sınırındaki çocuk ve genç ergenlerin eğitimleri evrensel bir sorun. Çözümü için uğraşan bireylerin emeğinin bu dünyada karşılığı bence yok. Bu zor engellilerle uğraşmak, inanılmaz özveri, sabır ve adanmışlık isteyen, yaşam tarzına dönüşen bir çaba. Hastane ve tıbbi yaklaşımların yatıştırıcı ilaçlarla sınırlı kaldığı 21. yy dünyasında, onların hayatına dokunmak, değiştirebilmek için çaba sarf eden, bir avuç gönüllü insan var. Onların da sorunları, bürokrasinin acımasız ağları içinde takılıp kalabiliyor. ‘Kural Dışı’ bizlere Fransa’dan böyle bir öyküyü anlatıyor. Otizmli ve engelli bireylerle ilgilenen iki eğitimcinin öyküsü, perdede Fransız sinemasının iki dev aktörü, Vincent Cassel ve Reda Kateb tarafından canlandırılıyor. Yönetmen koltuğunda ise Fransız sinemasının son yıllarda en fazla hasılat getiren komedi filmi