Geçen gün çok ilginç bir haberle karşılaştım, şöyle; Suudi Arabistan Petrol Bakanı Ali al-Naimi, ABD’ye gidip ABD’li petrol üreticilerini toplamış ve onları fırçalamış. Ali al-Naimi, Houston’da ABD’nin en hatırı sayılır petrol üreticilerinin bulunduğu toplantıda, “Böyle yüksek maliyetlerle devam edemezsiniz, masraflarınızı düşürün, verimsiz kuyuları tasfiye edin, işçi çıkarın, ücretleri düşürün, verimliliği artırın; bunlar size çok acımasız gelebilir ama durumunuz bu, piyasaya yeni bir denge gerekiyor” diye konuşmuş. Suudi Arabistan Petrol Bakanı’nın bu Teksaslı kovboylara böyle üstten konuşması ayrı bir olay tabii; yani 1973 krizinden sonra, bunlara karşı İran Şahı ağzını açar gibi olmuştu, tabii devrildi. Ama bu petrolcüler silahçılarla birlikte bırakın Suudi Arabistan’ı, kendi merkez bankalarına bile artık diş geçiremiyor. Fed, 1995’te olduğu gibi bunların sözünü dinlemiyor. Yani faizleri hızla yukarı çekmiyor.
Ancak işin bu yanı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, Naimi’nin bu söylemi size hayli tanıdık gelmedi mi? “Yeni denge gerekiyor, bütçenizi gözden geçirip masrafları kısın, ücretleri düşürün, işçi çıkarın, istihdam önemli değil, mali denge önemli, bunun için
Bütün bu toz duman arasında, bize geleceği anlatan, çok önemli gelişmeleri de atladığımız oluyor. Sarıyorum 2008 krizinin en önemli sonuçlarından birini geçen hafta yaşadık. Brüksel’de yapılan AB liderler zirvesinde İngiltere, AB’ye üyelik koşullarında yeni bir anlaşmaya vardı. Daha doğrusu, buna anlaşma denemez, İngiltere Başbakanı Cameron’un basın toplantısıyla duyurduğu yeni yol haritası, 23 Haziran’da yapılacak AB üyeliği için tamam mı devam mı referandumunu da içeriyor.
Cameron, hükümetin resmi tutumunu AB içinde kalınması olarak açıklıyor ama İngiltere’nin AB içindeki yolu bundan sonra “özel statülü” üyelik olacak.
Bu, esasında yalnız Birleşik Krallık ile AB ilişkisini ve bu bağlamda AB’nin geleceğini belirleyecek basit bir anlaşma değil. Bu adım AB’nin, AB Anayasası ile nihai hukuki ve siyasi bütünlüğe ulaşması konusunu da çok ciddi sorgulanmasını gündeme getireceği için esasında bir paradigma değişimi olarak da değerlendirebilir. Aslında bu referandum, AB üyeliği konusunda İngiltere’nin yapacağı ikinci referandum olacak. 1974 yılında İşçi Partisi, seçim bildirgesinde söz verdiği üzere, ülkeyi 1975 yılında referanduma götürmüş ve İngiltere o yıl yüzde 67 evet oyuyla
Meclis Anayasa Komis-yonu CHP’nin 3. toplantıda masadan kalkmasıyla tartışılır hale geldi. Komisyon dağıldı, yeni anayasayı Meclis’in yapması imkânı ortadan kalktı değerlendirmeleri sanıyorum erken. Meclis Başkanı İsmail Kahraman dün yaptığı basın açıklamasında da yeni bir çağrı yaparak bu Meclis’in yeni bir anayasayı yapacağına inandığını dile getirdi. Meclis Başkanlığı’nın komisyonun yürümesi için ön şartı buraya tüm partilerin katılımı değil, öyle anlaşılıyor ki AK Parti tek başına kalsa bile komisyon Meclis adına çalışacak ve bu çalışmayı Türkiye ile paylaşacak, daha doğrusu tüm
Türkiye’ye mal edecek.
Anayasalar toplumsal mutabakatla oluşur, bu toplumsal mutabakat da tarihsel, sosyal ve ekonomik süreçlerin hülasasıdır. Bu açıdan, anayasa yapmak konjonktürel bir durum değildir, anayasalar, toplumsal süreçlerin (sosyal-ekonomik toplumsal oluşumları yapan tarihsel zaman dilimi) ortaya çıkardığı toplumsal mutabakatın siyasi iradesinin çatısıdır. Kanunlar, konjonktürlerin gereğidir, anayasalar ise toplumsal süreçlerin...
Bu açıdan yeni anayasaya konjonktür üzerinden bakan, anayasa meselesini reel politiğe kurban edecek kadar sığ siyasi partilerin Meclis’te yeni anayasa gibi
Sanıyorum artık pek dönecek yer kalmadı; ABD ekonomisiyle ilgili elde edilen verilerin gerçekleri pek yansıtmadığı çok konuşulan bir mevzu ama “Ne yani? Çin Komünist Partisi kaynaklı veriler daha mı doğru sanki?” gibi bir itiraz duyduğunuzda da önünüze geleni kabul etmek çok da rahatsız edici olmuyor. Ama hayat başka tabii; iktisadi faraziyelerin kaynağı olan istatistikler hayatın ağacı kadar yaşamın kendisini anlatmıyor hatta bazen hiç anlatmıyor.
Bunun için Goethe, Faust’ta şunu söyler: “Kurşunidir aslında teori, oysa yemyeşildir yaşamın altın ağacı” Ruhunu şeytana satan Faust, hayattan öylesine zevk aldığını sanmaya başlar ki, zamana “Dur, geçme” diye de seslenir. Mustafa Özel, Goethe’nin 19. yüzyılın en büyük iktisatçısı olduğunu, onun derinliğine Adam Smith’in, David Ricardo’nun ve Jonh Stuart Mill’in ulaşamadığını söyler. Katılmamak mümkün değil, hatta daha da ileriye gidelim; kapitalizmin gelmiş geçmiş en sağlam eleştirisini yapan Marx bile sistemi ve onun ürettiği liberalizmi, insanın insanlıktan çıkıp birey olmasını Goethe kadar derinlemesine eleştiremez.
Yaşamın anlamı maddi gücü elde etmektir; bunun yolu da bilgi ve paradan geçer. Bunun için yaşam belki bir “altın”
Dün Fed Başkanı Yellen’in ABD Kongresi’nde yaptığı konuşma ekonominin en önemli gündemi gibi gözüküyor ancak bu konuşmadan da ciddi piyasa analistleri için bir strateji imkânı çıkmıyor. Çünkü birçok ABD kurumu gibi, Fed de ne yapacağını, nasıl adım atacağını bilmiyor. Bu bilmeme hali, eski geleneksel sektörlerle yeni teknoloji sektörlerinin var olan dengesinin sonucu olarak da gündeme geliyor. Örneğin, tıpkı 1995 yılında olduğu gibi, Fed’in faizleri artırarak aşırı değerli bir dolarla yola devam etmesini ve savaşa dayalı bir siyasetle krizi aşmasını isteyen askeri-sınai yapılar ve bunların şemsiyesi olan finans oligarşisi tam olarak gücünü yitirmiş değil. Fed’in “erken” faiz artırması bu kesimin baskısı sonucu olarak gündeme geldi ama devam edemeyeceklerini anladılar.
Dolayısıyla, Yellen’in köşeli olmayan, yoruma açık konuşmaları belirsizliği koruyor. Bu belirsizlik yeni bir denge hali olarak da okunmalıdır.
Pasifik dengesi
Bu belirsizlik halini (dengesini) siyasi tarafta da görüyoruz. Pasifikte Çin-ABD, Kafkasya ve Ortadoğu’da Rusya-ABD hem bir kararsız denge halini hem de bunun belirsizliğini oluşturuyorlar. ABD, Pasifik’te Çin ile var olanı koruma üzerine dengeyi devam
Almanya Başbakanı Merkel dört ay sonra dün yeniden Türkiye’deydi. Geçen sene ekim ayındaki Merkel ziyareti, sonrasında da Türkiye-AB ve Türkiye-Almanya zirveleri ve hükümetler arası toplantıları ekim ayındaki ziyaretin bir bakıma devamı olarak gündeme gelmişti. Almanya, Türkiye ya da Akdeniz üzerinden Avrupa’ya ulaşan göç dalgasını Avrupa için sistemik bir sorun olarak görüyor. Yetmişli yılların başında, başta Türkiye olmak üzere, “azgelişmiş periferi” saydığı ülkelerden niteliksiz işçi göçünü teşvik eden, doksanlı yıllarda da içine aldığı Doğu Almanya sayesinde krizi geçiştiren Almanya, şimdi ise kapısına dayanan genç göçmen nüfusu temel bir tehdit olarak algılıyor.
AB’nin anlayamadığı
Merkel’in geçen seneki ziyaretindeki telaşı çok açıktı. Suriye ve Irak kaynaklı göçün süreceğini ve bu konuda Türkiye’nin artık sınırlarını zorladığını biliyordu. Ama buna rağmen Merkel hükümeti ve AB’nin yetkili organları, son ana kadar, Türkiye’ye verilecek bir kaç milyar euro ile Türkiye’nin mülteciler için bir tampon ülke olacağını sandılar.
Şu meşhur 3 milyar euro bile AB’nin bir lütfu gibi tartıştırılmaya çalışıldı. Merkel gelmeden birkaç gün önce, Alman hükümet sözcüsü Steffen Seibert, hâlâ
IMF Başkanı Christine Lagarde, petrol fiyatlarındaki düşüşün artık uykularını kaçırdığını söylemiş. Lagarde, petrol ve emtia fiyatlarındaki bu hızlı düşüşün, üretici-ihracatçı olan ülkelerde telafi edilemeyecek kırılmalara yol açacağını düşünüyor. Esasında Lagarde, IMF başkanı olarak, petrol ve diğer emtialardaki düşüşün, öyle iddia edildiği gibi, Rusya gibi dev petrol, doğal gaz üreticisi ülkeleri dize getirmek için bir ABD komplosu olmadığını, bu düşüşün giderek derinleşen küresel krizin kaçınılmaz sonucu olduğunu en iyi bilenlerden sayılmalı. Bundan dolayı Lagarde’ın korkusu giderek derinleşecek küresel resesyon tehlikesi.
Kriz dediğin...
Burada Lagarde’ın iki temel korkusu var; birincisi petrol ve doğal gaz-emtia ihracatçısı gelişmekte olan ülkelerin düşen gelirleri sonucu borçlarını ödeyememesi ki bu, bilindiği gibi IMF’nin varlığının temelidir, ikincisi ise düşen fiyatların durgunluğu daha da tetikleyerek katlaması ve gelişmiş ülkelerin 2008’den daha sert bir iflas dalgasıyla karşı karşıya kalmaları.
Örneğin ABD’de, başta teknoloji şirketleri olmak üzere, şirket nakit varlıkları iki trilyon dolara doğru gidiyor ama bu parayı yatıracak alan yok. Gelişmekte olan
Dün Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) yeni yılın ilk ayının ihracat rakamlarını açıkladı. İhracatımız geçen yılın aynı ayına göre yüzde 14.4 oranında azalmış gözüküyor. Ancak ihracatın ayrıntılarına ve ivmesine yakından baktığımızda karşımıza çok değişik ve umut verici bir tablo da çıkıyor. Öncelikle Türkiye’nin ihracat potansiyeli ürün ve bölge bazında çeşitleniyor. Yani batı bölgeleri dışında Anadolu’nun her yerine yayılmış sanayi işletmeleri önemli oranda ihracat yapıyor.
Türkiye’de çok uzun süredir ihracatı otomotiv, tekstil, hafif sanayi ve kimyevi ürünler gibi orta teknoloji sektörleri omuzluyor ve bu ihracat ağırlıklı olarak Avrupa Birliği ve yakın bölgelere oluyordu. Ancak bu tabloya savunma sanayii gibi üst teknoloji barındıran stratejik sektörlerin girdiğini görüyoruz. Örneğin, ocak ayında en fazla ihracat artışı yakalayan sektör yüzde 19.4 ile savunma ve havacılık sanayii...
İhracatın anlattığı...
Öte yandan, ocak ayında ihracatın artış ve azalışının olduğu bölge ve ülkelere baktığımızda, elimizdeki veriler bize yalnız ekonomik bir tablo vermiyor, siyasi durumu da biraz anlatıyor. Türkiye’nin ocak ayı ihracatı, en çok ihracat yaptığı Almanya, İngiltere, İtalya