Gelecek hafta, Cumhur-başkanı’nın seyahati nedeniyle, Latin Amerika’yı konuşacağız. Avrupa’nın krizi, Ortadoğu’nun savaşı arasına sıkışmış gündemi Latin Amerika da pek rahatlatacağa benzemiyor. Çünkü hızla düşen enerji ve temel emtia fiyatları, artan borçlanma, Latin Amerika’yı yeni bir krizin eşiğine getirmiş durumda.
Oysa Latin Amerika’da, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi 2000’li yıllardan itibaren reformcu, askeri darbe geleneğini reddeden ve bununla her düzeyde mücadele eden hükümetler işbaşına gelmeye başladı. Bu hükümetler, 70’li ve 80’li yıllarda bütün kıtanın kaynaklarını yağmalayan, sanayilerini kısır bir borç döngüsüne teslim eden darbeci siyasetin ekonomideki devamcısı olan neoliberal ekonomi politikalarını da gözden geçirmeye başladılar. Brezilya’da Lula da Silva, Arjantin’de Kirchner, Şili’de Michelle Bachelet, Ekvator’da Rafael Correa, Bolivya’da Morales iktidarları, Latin Amerika için yeni bir dönemi ve tam da 21. yüzyılın başlangıcında, bir önceki yüzyılın karanlığından çıkışı anlatıyordu. Bu çıkış ve bu çıkışı temsil eden başkanlar, siyasi liderler, cumhurbaşkanları, önce ABD ve İngiltere kaynaklı medyada, sonra da yerel medyada adeta linçe varan bir
Bugün ve yarın Fed’in toplantısı var. Fed Federal Açık Piyasa Komitesi’nin (FOMC) faiz artırması beklenmiyor, hatta FOMC’un faiz indirimine gitmesi, faiz artırmasından daha güçlü bir olasılık olarak tartışılıyor. Mesela El-Erian gibi fon yöneticileri, Fed’in, doların beklentilerinin üzerinde değerlenmesi ve bunun oluşturduğu belirsizlikten rahatsız olduğuna vurgu yapıyor. Öte yandan ABD’li yatırım bankası Morgan Stanley de, Fed’in faiz artırmasından bu yana finansal koşulların rahatsız edici şekilde sıkılaştığını ve bu sıkılaşmanın dört faiz artırımına eşit bir etki oluşturduğunu söyledi.
Batı’nın krizi
Avrupa Merkez Bankası ve Japonya Merkez Bankası’ndan gelen genişleme açıklamaları da küresel durgunluğun Avrupa ve Asya tarafında oldukça rahatsız edici boyutlara vardığını bize anlatıyor. Bu durumda Fed’in faiz artışını vaktinden önce yaptığını söyleyebiliriz. Yellen de bunun farkında. Faiz artışından sonra dolardaki değerlenmenin kısa süreli olacağını, ABD ekonomisinin büyüme ve enflasyon oluşturma hedeflerini destekleyeceği açıklamalarını yaptılar. Ancak şu çok kısa sürede bunun böyle olmayacağını, faiz artışının 1995’deki Ters Plaza anlaşmasının (gereksiz değerli dolar sonucunda
Davos’un bu seneki ana teması dördüncü sanayi devrimi... Davos’un gündeme getirmek için hayli geç kaldığı bir tema olduğunu söyleyebiliriz ama küresel ekonominin tartışıldığı Davos gibi zirveler 2008’den beri krizi ve krizin etkilerini, zorunlu olarak, gündeme getirdi ve “işin esasına” bir türlü sıra gelmedi. Oysa yaşanan krizin temel nedeni sistemin bütünüyle bu yeni ekonomik dönüşümü öne çıkaramamasıydı. Şimdilerde dördüncü sanayi devrimi diye anlatılan ekonomik ve teknolojik paradigma, Sanayi Devrimi’yle başlayan, yoğun emek sömürüsüne dayanan ve buhar-su gücünü harekete geçiren makineleşme sürecinin birbirini takip eden iki temel aşamasından niteliksel olarak ayrılıyor.
Burada Sanayi Devrimi’nin lokomotif teknolojilerine bağlı bir tarihsel sıralama yapıyoruz; birinci aşama buhar gücüne dayalı makineler, ikinci aşama elektrik gücüne dayalı sanayileşme, üçüncüsü elektronik ve dijital sanayileşme... Bu üç aşama teknoloji bilgisini tekelleştiren ve ekonomik ölçeği büyüten bir kârlılığa dayanıyordu. Oysa siber fiziksel sistemler, ağlar ve nesnelerin sonsuz iletişimi (interneti) olarak tarif edeceğimiz dördüncü aşama, bilginin-teknolojinin- sınırsız dağılımına, esnek çalışma
Bu hafta başı İran’a uygulanan uluslararası ambargo resmen kalktı ve brent petrol fiyatları 28 doların da altına inerek son 12 yılın en düşük seviyesine geriledi. Esasında Cenevre anlaşmasının “derin” sonuçlarını tam şu sıralar yaşıyoruz.
İkinci Dünya Savaşı sonrası şekillenen ve Soğuk Savaş’ın bitimine kadar olan dünya düzenini genel olarak iki tarihsel zaman dilimine ayırabiliriz.
Birincisi, ABD’nin siyasi ve ekonomik önderliğindeki “altın” krizsiz (1946-1971) dönem, ikincisi ise Vietnam Savaşı ile başlayan ve 1973 kriziyle ABD hegemonyasının gerilemeye başladığı kriz dönemi. İşte bu ikinci dönemin anahtar ülkelerinden biri İran’dır. 1973 “petrol” krizi ve İran Şahı’nın petrol fiyatlarına itirazı İran’ın bundan sonraki yolculuğunu belirleyen iki önemli gelişmeydi. Şah’ın itirazı, yalnızca bir fiyat itirazı değildi; Şah, dolara dayanan ve ABD’nin şekillendirdiği uluslararası ticaret sistemine itiraz ediyordu aslında.
...Ve İran’ın yapacağı reformlarla, dünya enerji piyasasını belirleyen açık-liberal bir ekonomi olması istenmedi; bunun tam aksi istendi ve ABD, otuz yılı aşkın bir zaman diliminde, İran kartını kullanarak, Ortadoğu üzerinden dünya siyasetini ve ekonomisini
1973 petrol krizini hatırlıyorsunuz değil mi; 1973 krizi aslında bir petrol krizi değildi, şimdiki büyük krizin ilk habercisi ve işaret fişeğiydi. 1971’de ABD Doları’nın altına olan bağımlılığının Nixon tarafından kaldırılmasıyla başlayan sürecin önemli bir aşamasıdır 1973 krizi. ABD, bu kararla doların değerinin ekonomik “rasyonalite” ile değil de siyasi güçle belirleneceğini ilan ediyordu.
İşin bu tarafı ayrı bir anlatıdır ama Başkan Nixon’ın kararı sonrası olanlarla şimdi olanları karşılaştırmak anlamlı olur diye de düşünüyorum.
Bu karardan sonra diğer sanayileşmiş ülkeler de altın standardı diye anlatılan para sisteminden vazgeçtiler. Başta dolar olmak üzere, emtia ticaretine konu olan para birimlerinin değeri hızla düştü, bunun sonucunda gelirleri reel olarak düşen petrol üreticisi ülkeler ayaklandılar.
OPEC, petrol üretimini hızla düşürürken, aynı günlerde Yom Kippur yeni bir Arap-İsrail savaşı olarak başladı. O tarihlerde, daha sonra yerini Paris’ten getirilen Humeyni’ye bırakacak olan, İran Şahı Rıza Pehlevi, “Petrol fiyatları artmalı; siz bizim elimizde olmayan hammaddelerin fiyatlarını dolar düştükten sonra üç kat artırdınız, bu kabul edilemez”diyordu. Şah,
Şu sıralar küresel ekonomideki “endişe” ve buna bağlı istikrarsızlık halinin nedeni olarak, Çin’deki büyüme düşüşü ve gelişmekte olan ülkelerin dolar bazlı borç yükü gösteriliyor. Acaba gerçekten böyle mi?
Geçen sene ağustos ayında Financial Times, bir pazar günü, manşetten Çin’deki (imalat sanayii) PMI endeksinin temmuz ayına göre, ağustos ayının ilk üç haftasında 47.8’den 47.1’e düştüğünü bir felaketmiş gibi duyurmuştu. Bunun üzerine yine o günlerde gelişmekte olan ülkelerden para çıkışı olmuş, Çin “endişesine” bağlı olarak yeni bir gelişmekte olan ülkeler krizi konuşulmaya başlanmıştı. Batı’nın Çin endişesi esasında Çin’deki büyüme düşüşünden ziyade, Çin’in artık dünyanın fabrikası olmayı bırakmasına ve sermaye ihraç etmeye başlayarak ABD’nin yerine geçme ihtimaline bağlıdır. Çin’deki büyüme düşüşü 2012’den beri gündemde ve bu, piyasanın değil, Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin kararı olarak gündeme geliyor. Yani Çin, eskisi gibi yüz dolara insan çalıştırıp sistemin kâr oranlarını yukarı çekmeyi bırakıyor, bu da yetmiyor; verdiği fazlalarla ABD doları ve kağıdı almayı da bırakmaya başlıyor. ABD, bunu gördüğü için Pasifik’i temel siyasi ve ekonomik sorun alanı ilan
IMF Başkanı Christine Lagarde bu yılın hayal kırıklığı olacağını şimdiden ilan etti. Lagarde, küresel büyümenin umulandan zayıf kalacağını söylerken, bunu gelişen ülkelerde artan riskler, gelişmiş ülkelerde ise yüksek borçlar, yaşlanan nüfus, finansal sorunlar ve bütün bunlara bağlı üretimsizlik olarak gerekçelendirdi. Evet, bu tespiti yapmak için IMF’nin elindeki devasa veri setine, binlerce sayfa ülke raporlarına gerek yok. Yalnız 2015 yılının son üç ayındaki gelişmelere baktığınızda Lagarde’ın tespitini yaparsınız.
Kriz ve savaş
Yeni yılın ilk haftasında ise patlayan Suudi Arabistan-İran gerginliği sanki bize bu yılı anlatacak ön özetti. Dünyanın petrol ve doğal gaz rezervi açısından en zengin iki ülkesinin savaşın eşiğine gelmesi tesadüf değil. Suudi Arabistan, Şii dini lider Ayetullah Nemr’i infaz etmeden önce İran’dan gelecek tepkiyi şüphesiz hesap etmiştir. Öte yandan, İran’ın da bölgede mezhep çatışmasını öne çıkartacak politikaları giderek derinleştirdiği biliniyor. İran’da bu politikasının sonuçlarının bir savaş olacağını hesap ediyor mutlaka.
Her iki ülkenin de silahlanma hızı ve bu silahlanmanın yalnız konvansiyonel silahlarla sınırlı kalmaması ise ayrı bir konu.
Şimdi