Bu yıl yine Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu olağan toplantıları vesilesiyle Cumhurbaşkanımızla birlikte New York’a geldik.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bildiğiniz gibi, uzunca bir süredir “Dünya beşten büyüktür” sloganıyla BM’nin 2. Dünya Savaşı’ndan beri süregelen yapısını eleştiriyor ve bunu BM Genel Kurulu’nda yaptığı her konuşmada ısrarla dile getiriyor. Erdoğan’ın eleştirisini formüle ettiği “Dünya beşten büyüktür” sloganındaki beş ülke ABD, Rusya Fransa, İngiltere ve Çin BM’nin Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip daimi üyeleri.
Bu durum BM’nin bir statüko kurumu olduğunu, 2. Dünya Savaşı sonrası tesis edilen ve ABD’nin hegemonyasıyla süren düzeni meşrulaştıran kurum ve mekanizmaları oluşturan bir yapı olduğunu zaten baştan ortaya koyuyor.
Bu beş ülkenin genel uzlaşısı sistemin devamının -ne olursa olsun- en tepedeki garantisi olarak ortaya çıkıyor. Yani dünyanın herhangi bir bölgesindeki insani dram, iç savaş ve benzeri durum bu beşlinin oy birliği olmaksızın BM eliyle çözülemez. Bugün bunun en somut örneği Suriye’dir. Ama doksanlı yıllarda da Yugoslavya iç savaşını ve Bosna-Hersek dramlarını tam da bu yüzden yaşadık.
Dolayısıyla, bu durum, kendiliğinden bir paylaşım
Yeni Ekonomi Programı -eski adıyla Orta Vadeli Program- dün açıklandı.
Ekonomi çevreleri niceliksel hedefleri ve beklentileri tartışıyor ve piyasa oyuncuları bu rakamsal hedef ve beklentilere göre kendilerine yol bulmaya çalışıyorlar. Ancak YEP’in ayrıca bir felsefesinin de olduğunu unutmayalım. Zaten bu felsefeye vurgu için de OVP adı değiştirildi ve YEP oldu. Bence burayı da tartışmak ve bu isim değişikliğinin de hakkını vermek gerekiyor.
Yeni Ekonomi Program (YEP) adlandırması bana ABD’nin 1929 krizi sonrası yürürlüğe koyduğu New Deal’i (Yeni Düzen) hatırlattı. Zaten bu konuda uzun süredir yazıyorum. ABD’nin New Deal’i, ismiyle müsemma, tam anlamıyla bir değişim ve yeniden yapılanma programıydı. Bu anlamda New Deal, bir yenilenme değil, doğrudan yeni bir ekonomik sistemi amaçlamıştı. Bir anlamda da New Deal, ABD’yi 2. Dünya Savaşı sonrası düzene hazırlayan ve bu perspektifte kurumları yenileyen bir paradigma değişimiydi.
Şüphesiz ki dönem gereği devletin ekonomide temel düzenleyici olması ve devlet harcamaları ile yeni bir büyüme ve çıkış yolunun oluşturulması kaçınılmazdı. Ancak New Deal’in özü tam bu değildi. 1929 krizi, zaten piyasanın kendiliğinden işleyişinin, kriz
Türkiye, bu hafta açıklanacak Orta Vadeli Program (OVP) vesilesi ile de Türkiye’nin önümüzdeki yıllardaki temel makro hedeflerini tartışacak. Buradaki sorun şu; ne yazık ki bu OVP, uzun yıllardır eşi benzeri görülmemiş ve kur artışlarıyla tetiklenen bir şokun etkisinin belirleyeci olduğu bir ortamda çalışıldı. Şu günlerde önümüze gelen enflasyondan işsizliğe değin bütün güncel ve öncü göstergeler bu şokun, önemli ölçüde, belirlediği veri setlerine bağlı olarak oluşuyor. Bu durumda OVP dahil olmak üzere, açıklanan tüm önlem setleri ve programlar, öncelikle var alan sıkıntılı durumdan çıkışı gösterecek rasyonel temellere oturmalı ve daha sonra da Türkiye’nin bu olumsuz durumu tarihi bir fırsata dönüştürecek temel politika çerçevesini içermelidir.
Bunun, yakın geçmişte, örnekleri vardır; örneğin G. Kore, 1997’de yaşadığı krizi bu şekilde değerlendirmiş ve buradan bir çok G.Kore firması küresel oyuncu olarak çıkmıştır. Tabii ki, G. Kore’nin ekonomi dinamikleri ve tarihi Türkiye’den çok farklıdır ancak bu gibi tarihsel dönemlerdeki alt-üst oluş dinamiklerini de bir yenilenmeye çevirmek hükümetlerin elindedir. Ben Türkiye’nin, başkanlık sisteminin avantajlarını da kullanarak, bunu
Dün gelen büyüme verisinin üçüncü çeyrekte (temmuz, ağustos eylül) yaşanan gelişmeler sonrası çok anlamlı olmayacağı söylenebilir. Ancak ben tam da böyle olmadığını, ikinci çeyrekte (nisan, mayıs, haziran) gelen yüzde 5.2’lik büyümenin bileşimine baktığımızda, bunun anlamlı olduğunu düşünüyorum.
İhracatın büyümeye pozitif katkısı devam etti ve sanayi katma değeri yüzde 4.3 olarak gerçekleşti, burada ihracattaki reel artış yüzde 0.7’den yüzde 4.5 seviyesine çıkıyor ve ihracat sanayi bazlı artıyor. İthalatta ise çok sert bir düşüş görülüyor. Bunu düşüşü, dış açıktaki daralmayla da izleyebiliyoruz.
Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin enerjiden sonraki en büyük ithalat kalemi olan ara malı ithalindeki daralma devam edecek. Buradaki ithalata ikame olacak ara malı sanayiinin ortaya çıkması çok önemli. Ana-kontrol sanayilerde, küresel rekabetin ve ölçeğin sağlanması ve teknoloji yoğun verimlilik-ihracat hedef olmalı. Ancak ara sanayide ithal ikameci teknoloji yoğun bir sanayi bunu tamamlamalı.
Hedef: İhracatçı sanayi
Türkiye, 70’li yıllarda bunun tam tersini yapmıştı; yani ana sanayilerde küresel rekabetten uzak, emek verimliliğine yaslanan, enflasyonu büyük sermaye için bir gelir aktarım
Bugün İran’da gerçekleşen zirve, bütün benzerleri gibi, siyasi sonuçlar ürettiği kadar ekonomik sonuçlar da üretecektir. Türkiye, Rusya ve İran bu zirvede İdlib meselesi kadar bölgenin ekonomilerini, dolara dayalı para sisteminin alternatiflerini de konuşacaklar. Ortadoğu ve Körfez’de petro-dolar sistemi tam anlamıyla bitmeden, savaş ortamı da tam anlamıyla ortadan kalkmayacaktır.
Bugün ABD, Suriye dâhil olmak üzere, Ortadoğu coğrafyasında eskisi gibi at koşturamıyor, buradaki dengeler olması gerektiği gibi, yani daha çok bölge ülkelerinin ve halklarının inisiyatifiyle belirlenmeye başladı. Bölgede Türkiye çok güçlü bir oyuncu ve ABD’nin DAEŞ, PKK gibi terör örgütleriyle oluşturduğu denetleme -örtülü işgal- mekanizması da Türkiye’nin bölgedeki varlığıyla kırılıyor.
Türkiye, İran ve Rusya arasındaki ilişkilere gelince... Burada her ülkenin de birbirinden çok ayrı çıkar ve stratejileri var; ancak, şu aşamada, bu üç ülkenin bölgesel iş birliği öne çıkıyor. Bölgede savaşın dinmesi ve dışarıya göçün durması için bu iş birliğine ihtiyaç var. Bir de bu süreçte, yalnız bizim kamuoyumuz değil, tüm dünya kamuoyu gördü ki ABD’nin bölgedeki varlığı ile DAEŞ-PKK terörü arasında ciddi bir
Öyle anlaşılıyor ki Türkiye, yalnız siyaseten değil, finansal ve ekonomik olarak da çok keskin bir yol ayrımında bulunuyor. Bunu kabul etmek zorundayız. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi, “Türkiye’nin alternatifsiz olmadığını herkes görecek.” Türkiye, bu yeni dönemde tercihlerini, alternatiflerini ve temel politikasını geçmişte yaşanılanlara bakarak da belirleyecek. Burada elimizin altında müthiş bir birikim var.
Türkiye’nin temel tercihleri hem ekonomide hem de siyasette bellidir. Ekonomide dışa tam açık, serbest rekabet temelli bir büyüme ve kalkınma politikası, siyasette ise, milletin iradesinin nihai yol gösterici olduğu demokratik cumhuriyet Türkiye’nin, 24 Haziran seçimleriyle de perçinlediği ve başkanlık sistemiyle güçlendirdiği vazgeçilmez tercihtir. Bu tercih, aynı zamanda, AK Parti’nin 16 yıllık serüveninin de özetidir.
2001-2008...
2001 krizinden sonra iktidara gelen AK Parti, 2002’den 2008’e kadar, ekonomide hem dışarıya dönük hem de içeride -özellikle banka ve finans sisteminde- köklü bir revizyon içeren iyileştirmeleri yapmıştır. Bu süreçte para ve maliye politikalarının uyumu, uygulamaya konulan dalgalı kur rejiminin finansal ve kamu maliyesi gerekleri, sermaye
Ülkelerin siyasi ve iktisadi tarihlerinde, milli günler dışında da hiç unutulmayacak yıllar vardır. Sanıyorum 2018 yılı Türkiye için böyle bir olacaktır.
Türkiye, 2018 yılında yeni bir devlet ve yönetim sistemine adım attı.
Bu adımın zamanlaması konusunda belki geç kalındı tartışması yapılabilir ama erkendi ya da gereksizdi tartışması bence yapılamaz.
İçinde bulunduğumuz zaman dilimi, yalnız Türkiye için değil, bütün dünya için yeni bir iktisadi ve siyasi düzenin kurulmaya başlandığı yılları içeriyor.
Öyle anlaşılıyor ki bütün bu süreçte, hem gelişmiş ülkeler bloku hem de gelişmekte olan ülkeler konumlarını ve buna bağlı olarak siyasi-iktisadi yapılarını yeniden tanımlayacaklar. Bir önceki yüzyılın, iktisadi ve siyasi yapılanmasının sonucu olarak doğan birlikler, kurumlar ve ticaret müesseseleri yerlerini kaçınılmaz olarak yenilere bırakacak.
Bir önceki yüzyılda bu yeniden yapılanma, ekonomi diliyle söylersek, sermaye birikim rejiminin değişmesi, çok derin krizlerle ve iki büyük dünya savaşıyla gerçekleşti. Şimdi bu büyük değişimin geçmişteki kadar kanlı olmamasının nedeni, eski güçlerini kaybeden ülkelerin daha insaflı, daha insanlığı düşünen yönetimler barındırmasından falan
Türkiye-ABD arısındaki krizi doğru anlatabilmek için şu soruyu cevaplamamız gerekir: Yalnız Türkiye’ye dönük olarak değil, tüm dünyaya, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kurallarını da hiçe sayan, bu saldırıyı başlatan ABD’nin bu politikası Trump’ın iç siyasetteki zor durumu ile açıklanabilir mi?
Bugün Trump’ın, tıpkı Nixon gibi, istifa etmek zorunda bırakılacağı ya da azledileceği konuşuluyor. Geçen yazıda anlattığımız Nixon’ı götüren Watergate skandalını bile gölgede bırakan bir yasal sürecin Trump’ın ensesinde olduğu yazılıp çiziliyor. Bütün bunlar çok abartılı yorumlar olmasa bile, ABD’nin şu andaki “saldırı” politikasının Trump’dan ve Trump’ın iç politika sıkışıklığından bağımsız olduğunu düşünüyorum.
Esas olan; sistemin, ABD’nin inşa ettiği yolun sonuna gelmesi ve buradan çıkışın da, ABD’nin, özellikle yetmişli yıllardan beri tüm dünyaya dayattığı iktisadi paradigmanın tümüyle reddi ile başlayacağı gerçeğidir.
Yeni arayışlar...