Ülkelerin siyasi ve iktisadi tarihlerinde, milli günler dışında da hiç unutulmayacak yıllar vardır. Sanıyorum 2018 yılı Türkiye için böyle bir olacaktır.
Türkiye, 2018 yılında yeni bir devlet ve yönetim sistemine adım attı.
Bu adımın zamanlaması konusunda belki geç kalındı tartışması yapılabilir ama erkendi ya da gereksizdi tartışması bence yapılamaz.
İçinde bulunduğumuz zaman dilimi, yalnız Türkiye için değil, bütün dünya için yeni bir iktisadi ve siyasi düzenin kurulmaya başlandığı yılları içeriyor.
Öyle anlaşılıyor ki bütün bu süreçte, hem gelişmiş ülkeler bloku hem de gelişmekte olan ülkeler konumlarını ve buna bağlı olarak siyasi-iktisadi yapılarını yeniden tanımlayacaklar. Bir önceki yüzyılın, iktisadi ve siyasi yapılanmasının sonucu olarak doğan birlikler, kurumlar ve ticaret müesseseleri yerlerini kaçınılmaz olarak yenilere bırakacak.
Bir önceki yüzyılda bu yeniden yapılanma, ekonomi diliyle söylersek, sermaye birikim rejiminin değişmesi, çok derin krizlerle ve iki büyük dünya savaşıyla gerçekleşti. Şimdi bu büyük değişimin geçmişteki kadar kanlı olmamasının nedeni, eski güçlerini kaybeden ülkelerin daha insaflı, daha insanlığı düşünen yönetimler barındırmasından falan kaynaklanmıyor. Ellerinden gelse, yine eskisi gibi, Hitler’i bile aratacak bir saldırganlıkla, topyekûn savaşın düğmesine basmaktan çekinmezler. Ancak bu sefer savaştan, onların lehine düzeni yeniden kuracak bir Amerika’nın çıkamayacağını, topyekûn savaşın topyekûn yok olma olacağını onlar da biliyor.
20. yüzyılda, iki ülke (Sovyetler-ABD) arasında detant denilen ikili denge vardı ve “soğuk savaş” bu denge sayesinde sıcak bir hale dönüşmedi. Şimdi ise çoklu detant denilen, çoklu bir denge hali var. Ancak bu pat durumunun herkes için sonsuz olmadığını da söylemek gerekiyor. Bu süreçte, ayakta kalan ülkeler, içinde bulunduğumuz yüzyılın ve sonrasının refahından daha fazla pay alacaklar. Yine bu süreçte iktisadi ve siyasi dengeler değişecek, bir önceki yüzyılın kurumları yerlerine yenilerini bırakacak.
Şimdi yaşadığımız ekonomik çalkantıların temelinde bu hikâye yatıyor. Ancak hiç şüphesiz ki Türkiye gibi ülkeler eğer eskiyi tekrar etmek ve eskiye geri dönmek istemiyorlarsa içinde bulundukları zorlukları doğru teşhis edip, doğru tedavi yoluna gitmeli ve sonrasında da yepyeni bir kalkınma yolunu seçmelidirler.
2016-2018: Neler oldu?
Türkiye, başkanlık sistemine geçeceğini ilan ettiği tarihten itibaren, döviz kurlarının yükselmesinin tetiklediği bir ekonomi yolu tartışmasına girdi.
2016 yılının ilk yarısında başlayarak 2017 yılının ilk çeyreğine kadar uzanan ve banka kredilerinin hızlı daralmasıyla kendisini gösteren bir baskılama süreciyle karşılaştık önce... Ekonominin hızlı olarak durmamasını ve büyümenin özellikle ihracat ve sanayi ağırlıklı olarak devam etmesini sağlamak için, bu dönemde, hem banka sistemini hem de sanayiciyi, ihracatçıyı destekleyen birçok önlem arka arkaya alındı. KGF dahil olmak üzere, atılan bu adımlar, ekonomiyi hızlı bir resesyon sürecinden korudu. Bu süreçte sanayi ve ihracat yanlısı atılan bu adımlar olmasaydı bugün yaşadığımız bu hızlı kur yükselişleri, hızlı olarak reel bir krize dönüşebilirdi. Bazı kesimler, 2017 yılının ilk çeyreğinden beri atılan adımların ve “genişlemeci” maliye politikasının şimdiki enflasyonun nedeni olduğunu iddia ediyorlar. Ben buna katılmıyorum. Özellikle bütün bu süreçteki “teşviklerin” ve kredi politikasının, iddia edildiğinin aksine, üretim tarafında dezenflasyoncu adımlar olduğunu iddia ediyorum. 2017’nin ilk çeyreğinden itibaren teşvik edilen kredi genişlemesi, enflasyonun üretim tarafına müdahale olarak geldi ve ihracatçı sektörleri tedavi etti. 2017 yılının ilk çeyreğinde yüzde 16-17 bandına dayanan ÜFE, alınan önlemlerle geriye gitmeye başlamıştı.
Ancak, bu politik hat, çeşitli nedenlerle, koordineli bir şekilde organize edilip yeni ve bütünlüklü bir ekonomi-politikasına dönüştürülemedi ve zaten 2018’in ilk çeyreğinden itibaren ekonomiyi politik saiklerle konuşmaya başladık.
Ne yazık ki, bu dönemde, seçim sürecini de fırsat bilen malum çevreler ekonomi üzerindeki algı operasyonlarını ve tetikçilik faaliyetlerini hızlandırdılar ve Türkiye’de bir “İktisat politikası belirsizliği var” algısını yabancı yatırımcıya yerleştirdiler. Burada, Türkiye gibi açık bir ekonomide ekonomi yönetiminin esasının koordinasyon ve açıklık olduğunu söylemek gerek.
Bundan sonrası...
Şimdi bugüne bakalım; Türkiye’de seçimlerden sonra ekonomi yönetimi tek elde toplandı ve Sayın Berat Albayrak defalarca nasıl bir yol izleneceğini çeşitli platformlarda anlattı. Çok yakında açıklanacak OVP ile Türkiye ekonomisinin yakın vadedeki yol haritasının ayrıntıları da belli olacak.
Ama şu an hem yapılan açıklamalar hem de Türkiye ekonomisinin makroekonomik verileri izlenecek yolu zaten kendiliğinden ortaya çıkartıyor.
Yani burada bir iktisat politikası belirsizliği yok, tam aksine, şimdiye değin hiç görülmemiş ölçüde, açık ve paylaşılarak yönetilen bir süreç var.
Türkiye, dalgalı kur rejimi uyguluyor ve bundan vazgeçmeyeceğine göre, yaşanılan bir kur krizi değildir ve kura bağlı bir borç kriziyle de karşı karşıya değiliz. Eğer, 2001 krizi öncesi gibi, sabit ya da yarı dalgalı kur rejimleri uygulasaydık ve bu durumda kısa vadeli döviz yükümlülükleri karşılanamaz olsaydı o zaman cümleye “kur krizi” tanımlamasıyla başlardık.
Öte yandan, Türkiye, bütçe performansı, dış borç/GSYİH ve banka sisteminin sermaye yeterlilikleri açısından birçok gelişmiş ülkenin de ilerisindedir.
Hiç şüphesiz, ekonomide, bütün bu yaşanılanlar bize göstermiştir ki kapsamlı bir yenilenme programına ihtiyacımız var. Hem piyasalara güven verecek hem de sanayicimizi, ihracatçımızı bir üst lige taşıyacak, bu vesileyle de banka ve sermaye piyasaları işleyişini, derinlikli ve daha rekabetçi hale getirecek, yatırımcı odaklı olarak, banka ve sermaye piyasalarını değiştirecek yeni bir büyüme-kalkınma programı bugün acil ihtiyacımızdır.
Bugün Türkiye’de “kur krizi kaynaklı borç sorunu” var yalanlarıyla -ki bu yalan olmaktan öte iktisadi olarak da kökten yanlış bir tanımlamadır- raporlarına başlayan derecelendirme kuruluşları ya da piyasa analistleri, kendilerine dürüst olmayı beceremiyorlarsa, en azından kendi müşterilerini kandırmayı bıraksınlar.
Bugün birçok Avrupa bankasının, Türkiye operasyonları, yatırımları sayesinde ayakta kaldığını, kendi ülkelerinde batık olduklarını biz biliyoruz.
Ayrıca şu gerçeği herkes bilmelidir; yalnız Türkiye’de değil, Amerika'da, Avrupa’da ya da İngiltere’de... Sistem, verili piyasa mekanizmasının işleyişiyle, tek başına genel ekonomik dengeyi ve finansal istikrarı sağlamaktan uzaktır. Burada devletlerin, yeniden düzenleyici olarak, eski paradigmanın ve kurumsal yapının dışında da yeni çözümler geliştirmesi ve piyasayı yeniden rekabetçi bir dinamikle ayaklarının üzerine oturtması günümüzün çıkış noktasıdır.
Burada Türkiye gibi ülkeler diğerlerine göre avantajlıdır. Neden böyle? Bunun cevabını bir sonraki yazıya bırakalım.