Öyle anlaşılıyor ki Türkiye, yalnız siyaseten değil, finansal ve ekonomik olarak da çok keskin bir yol ayrımında bulunuyor. Bunu kabul etmek zorundayız. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi, “Türkiye’nin alternatifsiz olmadığını herkes görecek.” Türkiye, bu yeni dönemde tercihlerini, alternatiflerini ve temel politikasını geçmişte yaşanılanlara bakarak da belirleyecek. Burada elimizin altında müthiş bir birikim var.
Türkiye’nin temel tercihleri hem ekonomide hem de siyasette bellidir. Ekonomide dışa tam açık, serbest rekabet temelli bir büyüme ve kalkınma politikası, siyasette ise, milletin iradesinin nihai yol gösterici olduğu demokratik cumhuriyet Türkiye’nin, 24 Haziran seçimleriyle de perçinlediği ve başkanlık sistemiyle güçlendirdiği vazgeçilmez tercihtir. Bu tercih, aynı zamanda, AK Parti’nin 16 yıllık serüveninin de özetidir.
2001-2008...
2001 krizinden sonra iktidara gelen AK Parti, 2002’den 2008’e kadar, ekonomide hem dışarıya dönük hem de içeride -özellikle banka ve finans sisteminde- köklü bir revizyon içeren iyileştirmeleri yapmıştır. Bu süreçte para ve maliye politikalarının uyumu, uygulamaya konulan dalgalı kur rejiminin finansal ve kamu maliyesi gerekleri, sermaye piyasalarına giriş ve rekabet serbestisi, banka kesimindeki iyileştirici yasal düzenlemeler kararlılıkla yapılmış ve seçim süreçlerinde bile ekonomi politikasının temel gereklerinden taviz verilmemiştir.
Bütün süreçte hem partiye hem de Erdoğan’a yönelik yıpratma ve darbe girişimlerine varan antidemokratik teşebbüsler olmuş ama tüm bunlar kararlılıkla savuşturulmuştur. 2008 ise bütün bu “ilk dönemin” finali gibidir. 2008’de ABD’de başlayan küresel kriz önce gelişmiş ülkeleri ve dünyayı sararken, Erdoğan bunun Türkiye’ye teğet geçeceğini söylemiş ve öyle de olmuştur.
1947’den 2008’e kadar Türkiye, IMF’nin tam 19 Stand-By programını uygulamıştır. Bütün bu süreçte Türkiye’nin temel alanlardaki milli gerekleri yerine, dış borçları ödemeye ve ithalata dayalı bir ekonomi-politikası gündemde olmuş, ülkenin döviz ihtiyacı ancak borçlanmak yoluyla karşılanmış, güdük sanayinin ihtiyaç duyduğu çok basit ara malları bile çoğu dönemlerde döviz yokluğundan ithal edilememiştir. Cumhuriyetten hemen sonra adımları atılan ağır sanayi fabrikaları ve yatırımları, mesela Nuri Demirağ’ın uçak fabrikaları gibi, Atatürk’ten sonraki “tek parti” döneminde sökülmüş ve ülke hızla ithalat olmadan ayakta kalamayan sözüm ona bir “sanayiye” mahkûm edilmiştir.
IMF deneyimi...
Para ve maliye politikaları da 1947’den sonra IMF’ye bağlanmış ve Türkiye, dış borçla dönen bir ithalat ekonomisi olmuştur. Türkiye, bu süreçte yerli parasını dolara karşı sabitleyen ancak, kendisine dayatılan IMF programlarının tıkandığı yerde (içerideki enflasyonun iç fiyat dış fiyat dengesini bozmasına bağlı olarak, hem dışarıya mal satmanın imkânsız olması hem de borçları ödeyemeyecek duruma gelinen eşiklerde) yüksek oranlı devalüasyonlarla yeni Stand-By’ı kabul eden bir ülke olarak yola devam etmiştir.
Bütün bu tarihsel süreçte, yalnız Türkiye’de değil, sabit kur rejimi uygulayan bütün gelişmekte olan ülkelerde, görece değerli yerel para aslında dışarıya kaynak aktarma ve dışarıya bağımlı olma aracı olarak kullanılmıştır. Yine bu süreçte, ihracata dönük bir ekonomik yapı kurmaya çalışan ve ithalat değil de, “ihraç edilebilir mallar” üzerine küresel rekabeti kovalayan ve buna uygun para politikası izleyen ülkeler, gelişmiş ülkelerin krizinin başladığı 80'li yıllardan itibaren hızla ihracatçı, fazla veren ekonomiler olarak kalkınma yoluna girmişlerdir. Bizde ise o yıllarda 12 Eylül darbecileri olduğu için, ne yazık ki Türkiye bu treni kaçırmış ve IMF ile yoluna devam ederek borç ve ithalat ekonomisinin gereklerini uygulamıştır.
Yani Türkiye, tıpkı dışarıdan bünyesine giren uyuşturucuyla ölüme hızla sürüklenen bir bağımlı gibi yaşamıştır. Bunun için de dışarıya kaynak aktaran ve sanayileşemediği, küresel rekabetten uzak olduğu için de sürekli yoksullaşan bir ülke olmuştur.
Milli görev...
İşte bu çember ekonomik olarak ilk defa 2008 yılında Erdoğan tarafından kırılmış ve Türkiye, IMF ile 20. Stand-By'ı yapmamıştır. 2008’den sonra kaynaklar altyapı yatırımlarına, küresel rekabet odaklı sanayiye, azgelişmiş bölgelere aktarılmış ve bu adımlar Anadolu’da ihracatçı, küresel rekabet eden KOBİ’leri doğurmuştur. Bugün Türkiye ekonomisinin ve geleceğimizin teminatı olan bu işletmeleri ayakta tutmak milli bir görevdir. Ancak bununla da yetinmeyeceğiz, bu işletmeler bu şoku atlattıktan sonra çok daha güçlü olarak yalnız Türkiye ekonomisi için değil, küresel ekonomi için de önemli oyuncular olacaklardır.
Buradaki temel sorunlarımızdan biri şudur: Para ve maliye politikalarında, mali sistemin ve bankacılık sisteminin yapılanmasında, sermaye piyasalarının yeniden inşasında, 24 Haziran öncesi siyasi sisteminin getirdiği bürokratik engelleri Türkiye tam anlamıyla aşamamıştır. Burayı aşmak için daha hızla adımlar atmalıyız.
Daha fazla dışa açıklık ve şeffaflık, ekonomide bütün oyuncuların katılımcı olduğu bir kazan-kazan açıklığı, yatırım ortamının daha da iyileştirilmesi, kurumlarımızın bağımsızlığı gibi konularda çok hızlı, belki OVP'den de önce bir reform programı ihtiyacı açıktır. Bu konuda ilgili bakanlığın şimdiye değin attığı adımlar ve açıklamalar umut vericidir. Kamu maliyesinde ve bütçe tarafında yapılacak reformlar ve para ve maliye politikalarını hızla uyumlaştıracak adımlar ve bu bağlamda vergi gelirlerini artırarak bütçeyi güçlendirecek reformlar hem vergi adaletini sağlayacak hem de üretime destek verecektir.
O halde tam şimdi yapılacaklar bellidir. Hiç şüphesiz ki bu kur şoku, ekonomide çok önemli olan ama şimdiye değin çıplak gözle görülmeyen birçok sorunun açığa çıkmasına da neden olmuştur. Bunlar da kaçınılmaz bir şekilde önümüzdedir.
Türkiye ekonomisinin dinamikleri, potansiyeli bellidir. Türkiye, bu süreçten de eksiklerini görerek, yenilenerek, güçlü bir küresel oyuncu olarak çıkacaktır.