Dün gelen büyüme verisinin üçüncü çeyrekte (temmuz, ağustos eylül) yaşanan gelişmeler sonrası çok anlamlı olmayacağı söylenebilir. Ancak ben tam da böyle olmadığını, ikinci çeyrekte (nisan, mayıs, haziran) gelen yüzde 5.2’lik büyümenin bileşimine baktığımızda, bunun anlamlı olduğunu düşünüyorum.
İhracatın büyümeye pozitif katkısı devam etti ve sanayi katma değeri yüzde 4.3 olarak gerçekleşti, burada ihracattaki reel artış yüzde 0.7’den yüzde 4.5 seviyesine çıkıyor ve ihracat sanayi bazlı artıyor. İthalatta ise çok sert bir düşüş görülüyor. Bunu düşüşü, dış açıktaki daralmayla da izleyebiliyoruz.
Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin enerjiden sonraki en büyük ithalat kalemi olan ara malı ithalindeki daralma devam edecek. Buradaki ithalata ikame olacak ara malı sanayiinin ortaya çıkması çok önemli. Ana-kontrol sanayilerde, küresel rekabetin ve ölçeğin sağlanması ve teknoloji yoğun verimlilik-ihracat hedef olmalı. Ancak ara sanayide ithal ikameci teknoloji yoğun bir sanayi bunu tamamlamalı.
Hedef: İhracatçı sanayi
Türkiye, 70’li yıllarda bunun tam tersini yapmıştı; yani ana sanayilerde küresel rekabetten uzak, emek verimliliğine yaslanan, enflasyonu büyük sermaye için bir gelir aktarım mekanizması olarak kullanan bir ithal ikameci ve kapalı ekonomi politikası yıllardır dışarıya kaynak aktarımı olarak da kullanıldı.
Şimdi Türkiye ekonomisi yalnız yeni bir finansal dengelenmeye doğru gitmiyor, aynı zamanda, geri dönülmez bir şekilde, küresel rekabeti temel alan ihracatçı bir sanayinin öne çıkması için de gelinen eşik bizi zorluyor.
Bu anlamda, son kur şokuyla ortaya çıkan ve belirginleşen tablo, ihraç edilebilir mallarda bizi küresel rekabet edebilen bir ülke olmaya zorluyor. Dolayısıyla, son büyüme verisinde azalan inşaat sektörü payı, çok önemli bir değişimi de gösteriyor.
Türkiye ekonomisinde inşaat gibi, iç tüketim için çarpan katsayısı yüksek alanların payı, ancak ihracatçı sanayinin daha hızlı büyümesiyle, bundan böyle, artmalıdır. Yani girişimci, sanayici olmayı bırakıp, sanayi kârı ranttan daha aşağıda olduğu için, arsa spekülatörü olmamalıdır.
Sanayiyi teknoloji yoğun, kârlı bir alan haline dönüştürmeliyiz. Bu son yaşanılanların bize vereceği ders bu olmalıdır. Bu anlamda şu sıralar Türkiye ekonomisi için “yeni dengelenme” halinden bahsedenlerin anlatmak istedikleri şey yalnızca büyümenin düşmesinden kaynaklı finansal dengelenme hali olmamalıdır. Bundan böyle sanayinin, ihracatın ve özellikle teknoloji yoğun sanayinin büyümede-kalkınmada öncü olmadığı hiçbir model Türkiye için geçerli olmayacaktır.
Finansın dönüşümü...
O halde, finans kesimi de buraya hizmet eden, buradan beslenen ve burası kârlı oldukça kârlı olan bir alan olmalıdır. Bugün Türkiye, reel sektörün finansmanının tamamına yakınını banka kesimi üzerinden sağlıyor. Sermaye piyasalarının ve buradaki mali derinliğin reel alanların finansmanındaki katkısı çok düşüktür. Çünkü ihracatçı sanayi ve turizm gibi net döviz girişi yapan alanların, sermaye piyasaları aracılığıyla finansmanını sağlayacak bir modeli, bankaların dış borcuna dayalı finansman modeli yanında hiç konuşmadık bile...
Teknolojinin ithalatı olursa sermayenin de ithalatı olur. Ya da tam tersi... Teknolojiyi üretir ve ihraç ederseniz, dış borca da ihtiyacınız olmaz.
Peki, Türkiye, bu dönüşümü hızlı olarak yapabilir mi, yani bir stagflasyon tablosu yaşamadan, enflasyon ve cari açık oluşturmayan yeni bir büyüme tablosuna hızla geçebilir mi? Ben bunun mümkün olduğunu, örneğin G. Kore’nin 90'lı yılların sonundan itibaren ivmelenen yeni büyüme-kalkınma hikâyesinin büyük ölçüde benzer özellikler taşıdığını düşünüyorum.
Köklü adımlar...
Hiç şüphesiz ki önümüzdeki kısa dönem için bundan sonraki büyüme tempomuzun ana dinamosu olacak ihracatçı sanayiyi destekleyecek yaratıcı önlemlere ihtiyacımız vardır.
Bu anlamda Türkiye’nin son kur yükselişi başladığından itibaren ve ondan önce de aldığı önlemler yüzeysel, günü kurtaran adımlar değildir. Para politikası tarafında spekülasyonu önleyecek adımlardan bahsetmiyorum. Bunlar zaten atılması gereken adımlardı. Ancak bundan öte, uzun bir süredir uygulanan ve öncelikli, uygun ölçekli yatırımlara ve ihracatçı sektörlere verilen destekleri ve sanayi için yapılan altyapı yatırımlarını ele alalım. Bu adımlar, Türkiye’nin sanayi potansiyelini ve orta vadedeki büyüme bileşenlerini değiştirecek yapısal dönüşümleri ortaya çıkartıyor. Aynı zamanda yatırım ortamını da iyileştiriyor. Öte yandan, alacak sigortası, kredi garanti uygulamalarını ve ihracatı destekleyen finansal teşvikleri de buraya ekleyelim. Bütün bunları tamamlayacak köklü reformların da yeni Orta Vadeli Program kapsamında yakında açıklanacağını düşünürsek, Türkiye’nin bu şoku aşacak yeni kapsamlı bir programı çoktan hayata geçirmeye başladığını da söyleyebiliriz.
Şundan hiç kimsenin şüphesi olmasın; Türkiye, bu şoku bir krize dönüştürmeden atlatacak potansiyele sahiptir. Bu anlamda Türkiye’nin büyüme temposunda resesyonla sonuçlanacak sert bir düşüş öngörmüyorum, tam aksine, bu durumu yeni bir büyüme-kalkınma yolu için fırsata çevirecek imkânlara sahibiz.
Bu anlamda büyüme, enflasyonda ve cari açıkta olumsuz verilerin ön habercisi değil, tam aksine, doğru büyüme bileşenlerini öne çıkartacak bir ekonomi politikası, enflasyon ve cari açık için yegâne ilaçtır da...