- Evet
- Ne evet ???
- Sorduğun soruya yanıtım evet.
- Sana mı sordum?
- Aşk hakkında sorduğuna göre doğru, evet!
- İyi de Aşk verir cevabını, yormasaydın kendini.
- Sayfalardır mektup yazıp, yüzlerce soru sorunca devreye girmem gerektiğini düşündüm.
Olur! Neden olmasın ki? Vücudumuza çeşitli yollarla giren ve atık madde olarak dışarı atılmayı bekleyen zararlı toksinlerden kurtulmak olduğuna göre detoks, hem de pek güzel olur. Üstelik kim istemez saflaştırılmış duyguları ve onların huzur dolu etkilerini. O halde nasıl yapılır kısmına geçelim:
Öncelikle olması gerekenlerin başında "Sevme" gerekiyor.
Ancak burda yanılgıya düşülmesin, saflaştırma yaptığımız için bize sade Sevme gerek. Doğrudan, tek yönlü, sadece sevme. İçine sevilmenin karıştırılmadığı sevme.
"İyi de nasıl olurmuş sevilmenin karışmadığı bir sevme?"
En yakın çevremizde bulunan her kişinin sevgi dolu olmasını isteriz, üstelik bize sunmasa bile sevgi dolu olmasından huzur duyarız. Çok ısrarcı olup 'illa nefret dolu insan olsun isterim etrafımda' diyen var mıdır, bilinmez. Fakat,
"Sevgi; bulunduğu bedeni, mekanı, havayı, günü ve geceyi kısacası her anı doğrudan güzelleştiren bir etki sağlayıcıdır."
demek yanlış olmaz.
O halde bu güzelliğin bizi sevindirmesi lazım. Çünkü elimizde harika bir güç var. Yaşasın!..
Biliyorum abarttım bu mektup konusu. İnan bana ben de sürekli sana yazmak yerine huzur içinde varlığının tadını çıkartmak isterdim. Olmuyor işte! Hadi ben huzuru hissettim desem, bir yerden cam açılıyor ve odanın bütün huzuru, yağmurun kokusuna karışıyor.
Hayır, bildiklerimle ilgili bir sorunum yok. Bildiklerimin doğruluğu ile ilgili endişelendiriliyorum. Şöyle izah edeyim: Sen; sevmenin, en son eriştiği güzellik kıvamı değil misin?.. Tam burda, hayır dediğini düşünmüyorum. Zaten daha öteye de geçmene gerek yok, tam burda kal ve söyle lütfen:
Bir insan eğer seviyorsa, neden sevdiğini söylemez?
Elbette bir sürü sebepleri olabilir bunun. Bunların içinde koşullar, durumlar, haller, endişeler, korkular ve beklentiler gibi yüzlerce sebep olabilir. Zaten burası değil beni meraklandıran. Tüm hepsi ve daha fazlası olduğu halde neden söylemez kısmındayım.
Çözemedim bi türlü!
Şimdi birilerinin eline geçse bu mektup, derler ki; 'seviyorsun yetmiyor, bi de laf ediyorsun'. Sence de öyle mi? Sadece "Sevmek" ve her ne olursa olsun ve her koşulda "Sevmek" gerçekten yeterli mi sevinmek için?
Tamam, sana lafım yok, var olduğun için çok mutluyum. Hayat; sen içinde olduğunda renkleniyor. Gökkuşağı filtresi gibisin. Ne görürsem, neye bakarsam bakayım, senin varlığın sayesinde gökkuşağı renklerine bürünüyor çektiğim resim ( çok beğeni almasa bile ?? ). Başka bir filtre kullanmaya bile gerek bırakmıyorsun. Bundan şikayet edilir mi? Ben de etmiyorum zaten.
Fakat bir eksik var gibi. Benim baktığım, çektiğim, içinde olduğum tüm resimlerde bi ben yokum. Elbette Sen varsın; gördüğümü muhteşemleştiren, bir de renklerinle canlandırdığın; Sevdiğim. Şimdi bu durumda bi gariplik yok mu? Ben nerdeyim?
Tıklım tıkış bir kalabalığın tam ortasındayım. Akıntının tersine yürümeye çalışıyorum. İtilmeye, sarsılmaya, durdurulmaya ve yön değiştirmeye zorlanmama rağmen. Dip dibe bu kadar samimi olunca kalabalığın kendisiyle, sana sorasım geldi:
Niye bu kalabalığa uğramadın? Hayır, uğradıysan niye uzun kalmadın? Yok, yeteri kadar uzun kaldıysan niye terk ettin? Hadi madem terk ettin, niye izini bırakmadın?
Bu koca kalabalığın mutsuzluğunda ilerleyebilmek için mutluluk ustası olmak lazım. Yoksa akıntının mutsuzluğuna kapılıp dibi boylar, içinden çıkamayan. Hep söylenir ya "Biz ne ara böyle olduk?" diye, işte soruyorum; koca bahar geldi, yaz geldi gelecek, havada senin kokunu bir tek ben mi alıyorum? Kimseye laf edemem, hayatın koşturması, telaşı, hırçınlığı ve sorumluluğunun yükleri altında; kimin, neyin kokusunu duyabileceğini söylemek haksızlık olur. O yüzden de onlara söylemek yerine sana haber vermek istedim.
Ya seni nasıl aranacağın unutuldu ya da senin de yerini organik olmayanlar doldurdu. Böylece senin peşinden koşmak için de ekstra bir çabaya gerek kalmamış olabilir. Artık tüm güzellikler zahmetsiz elde edildiği için tüm kolaylığı ile geliyor hayat bize; ya bir
Ruh İkizi ile mi? İkiz Alev ile mi?
Menüde aşina olunanın Ruh İkizi olduğunu tahmin etmek zor değil. Hepimiz Ruh İkizinin hakkında öyle yada böyle bir fikir sahibiyiz. Ancak İkiz Alev menünün bilinmeyeni olabilir. En azından bilmeyenler olabilir diye şu kısacık ömürde bir ağız tadı mutluluk olsun diye tarif edelim.
Bir kumaştan size elbise, bir diğerine pantalon, bir başkasına gömlek dikildiğini düşünün. Bu kıyafeti giyenler bizim Ruh ikizimiz olsunlar. Kıyafeti aynı kumaştan, aynı iplikten, aynı desenden, sizin elbise ile aynı biçimde dikilmiş olan biri de İkiz Alev oluyor.
Ruhun öteki yarısı ya da eksik parçası değil; bir tür ayna hali ile tamamlayıcısı olan.
Satürn, evliyken gider deniz perisi Philyra'ya kaptırır gönlünü. Yetmez, ilişkilerini gizli sürdürebilmek için At haline getirirler kendilerini. Doğal olarak bu ilişkiden de 'yarı at / yarı insan' olarak Chiron doğar. Satürn'ün, Rhea'dan olma çocukları; Plüton, Neptün ve Jüpiter kadar şansla doğamayan Chiron; hem gayrimeşru olduğu hem de annesi Philyra tarafından -fiziki özellikleri- hoş görülmediği için bir mağarada terkedilir. Bazı rivayetlere göre Apollo bulur ve eğitir, aynı zamanda ölümsüz doğan Chiron'u. O da boş durmayıp geliştirdiği zekası ve bilgisiyle kahramanlar yetiştirir. Bunlardan birisi ve aynı zamanda çok iyi dostu olan Herakles'e yapılan bir saldırı sırasında atılan ölümcül zehirli ok ile vurulur. Ölemediği için bu okun çektirdiği acıya derman olsun diye araştırıp bulduğu bütün çareler, formüller, şifalar kendisi dışında tüm derman arayanların işine yarar. Sonunda bu acıya dayanamayıp kendi ölümsüzlüğünden vazgeçer!
Şimdi bu mitolojik hikayenin içinde adı geçen; nam-ı diğer "Yaralı Şifacı" Chiron (Kiron ya da Şiron) gibi
vazgeçmek kolay mıdır?
Önce bi kendimize bakarsak muhtemelen herkese destek olmaya çalışan bir insan olduğumuzu düşünebiliriz