Habib Çetinel. 17 yaşında yatılı bir lise öğrencisi. Amacı hukuk okumak. 2020 Haziran’ında Ağrı Patnos’ta, köyde yaşayan ailesinin yanına gitti. Kendisi gibi lise öğrencisi olan kuzenleriyle hayvanları otlatırken, aileleriyle “kan davalı” olan altı kişinin silahlı saldırısına uğradılar. Üzerlerine kurşun yağdırılan kuzenler kaçarak kurtuldu. Habib olay yerinde hayatını kaybetti.
Ülkeyi cehalet ve eğitimsizlik mahvetti diye düşünürken, meslektaşım İsmail Arı’nın bu kan davasını konu alan haberinde yer alan bir bilgi, ülkemizde eğitimin de pek bir işe yaramadığını ya da nasıl bir eğitimden geçtiğimizi sorgulamamızı gerektirecek türden. Çünkü habere göre; olay yerinden kaçan kuzenlerden biri mahkemede ifade verirken, silahlı saldırıda bulunanların adlarını sayarak şöyle diyor: “…İlkokul öğretmenimizi gördüm. Onu görmemle silahına davranması bir oldu…”
Ağır Ceza Mahkemesi aralarında öğretmenin de olduğu altı sanığa ayrı ayrı ağırlaştırılmış müebbet ve 26’şar yıl hapis cezası verdi. Kararı
Güvenilir, meşru, saygın bir kurumun içinde perdelenen 17. kat! Bu katta yasa dışı, gizli fon adı altında sürdürülen, kayıt dışı zenginleşmeyi sağlayan Ponzi sistemi kurulur. 1990’lı yıllardan itibaren kesintisiz olarak haksız kazanç peşinde koşan binlerce zengin, bu yolla daha da zenginleşir. Fakat sistem tıkandığında dahi, son ana kadar fona para arayışı sürdürülür
Birinci perde: Maalesef üzgünüm bu çeyrekte fonumuz doldu. Size fonda bir yer açmak için başka birini feda etmeliyim. Bunu yapamam ama belki 400 binin üzerine çıkabilirseniz… Müşteri fona para yatırmayı kabul eder ve parayı elden teslim eder.
İkinci perde: Çok seçkin yeni bir fon kuruyorum… Sadece beş yatırımcı olacak… Tutarlı olarak başarıyı yakaladığımız ay aynı stratejiyi kullanacağız… Bu fonda para dönüşleri daha yüksek olacak.
Daha önce defalarca fondan kazanan müşteri bu kez ikna olmaz.
Üçüncü Perde: Cezaevi… Bunun benimle ilgisi yok! Bu düzmece sistemde yaşayabilmeleri için, kötü bir
100 yıllık Türkiye tarihinin hangi döneminde olursa olsun ve hangi siyasal aktörler üzerinden tarihe bakarsanız bakın; neredeyse herkesin kendi hafızasında, yargı kararlarına ilişkin bir mağduriyet hikayesi vardır. Bazı hukukçular yaşanan mağduriyetleri adalet anlayışımıza bağlar. Evet; hukuk var, kanunlar var, mahkemeler var, kanun koyucular var ama bir tek “adalet” yok, diyerek!
Toplum olarak bu gerçekle hemen her dönemde defalarca yüzleştik:
*Mesela yazar Sabahattin Ali’yi öldüren tetikçi, iki yıl yatıp çıktı ama şair Nazım Hikmet, şiirleri yüzünden on iki yıl hapis yattı.
*Savcı Doğan Öz’ün tetikçisi, açıkça “suçu sabit” kararına rağmen serbest kaldı ama yazar Kemal Tahir’in on dört yılı cezaevlerinde geçti.
*Uğur Mumcu, Abdi İpekçi gibi gazetecilerin, Ümit Doğanay gibi hukukçuların tetikçileri delil yetersizliğinden bırakıldı ama yazar Orhan Kemal beş yıl hapse mahkûm edildi.
*Prof. Dr Cavit Orhan Tütengil cinayetinin tetikçisini, bırakın yargılamayı, dava dosyasını dahi
Zamanın ruhu öfke ve nefret dolu… Bir kadın, Filistin halkına yapılan zulmü ve vahşeti kınamak için İsraillilere nefret kusuyor. Ama bilmiyor ki; dünyanın dört bir yanında yaşayan binlerce İsrailli de barış yanlısı gösteriler düzenleyerek Gazze’deki savaşa karşı direnç gösteriyor.
Devletler tarihi, ırkçılık, inanç ve kimlikler üzerinden istediği kadar “ortak düşmanlar” yaratsın, insanlık tarihinin de halkların gerçekte barıştan yana olduğunu hatırlatacak hikâyeleri daima olacak.
Tıpkı beyaz ırkın yönetiminde olan Güney Afrika’da, ‘Apartheid’ denilen ırkçı rejimin siyahiler ve diğer etnik grupları yaşadıkları yerlerden kovarak, şiddetle, baskıyla, zulümle ‘hizaya’ sokmaya çalışması gibi… O yıllardan bir barış hikâyesi çıktıysa yine çıkacaktır.
İşte size bir barış hikâyesi…
***
1970’li yılların sonu… Johannesburg’un arka sokaklarından bir ses yükseliyor! Irkçılığa, yoksulluğa karşı şarkılar söyleyen Roger
Ünlü tarihçi İlber Ortaylı “Atatürk The Movie” adlı YouTube kanalında yayınlanan bir söyleşide, bazı kaynaklara dayanarak Atatürk’ün boyunun 1.62 metre olduğunu belirtince kıyamet koptu. Atatürk’ün boyunun kısa olmadığını savunanlar sosyal medyayı ayağa kaldırdı. Aslında Atatürk’ün fikirlerinden çok boyu bosu, karizması yıllardır tartışma konusu olduğu için bu yeni bir durum değil.
Mesela yıllar önce Madame Tussauds müzesinde sergilenen Atatürk’ün ilk balmumundan yapılmış heykeli de ülkede büyük üzüntü yaratmıştı. Görenlerin “Hayli kısaydı, bakışları, kıyafeti hiçbir şey onu ifade etmiyordu” sözleri bazı siyasiler, iş adamları, hatta ülke için bir prestij meselesi oldu. Müzeye sayısız kez itirazlarda bulunuldu. Sonunda çeşitli girişimlerle Atatürk’ün heykeli yeniden yapılarak, müzede devlet adamları bölümünde yerini aldı.
***
2 Kasım 2003’te de benzer bir durum yaşandı. Bir müzede sergilenen ve boyu bu kez 1.68 metre olarak
Etrafa çuvallarla para saçtı. Dolarları saçına bigudi yaptı. Servetini yaklaşık 6 milyonu aşkın takipçisinin gözüne soktu. Kendisini takdir eden milyonlara göz kırptı, görgüsüzlüğünü eleştiren takipçilerinin de suratına tükürdü… Sonunda Dilan Polat ve Engin Polat çifti, aile boyu kara para akladıkları ve vergi kaçırdıkları iddialarıyla gözaltına alındı. Kapitalizmin babası, iktisatçı ama aynı zamanda ahlak filozofu Adam Smith bu pervasızca sergilenen kirli hayatları görse, acaba yine “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” der miydi bilmiyorum. Ama şunu çok iyi biliyorum: Burada konu ‘Polat çifti’ değil. Onlardan o kadar çok var ki! Yıllardır gözümüzün önünde zehirli mantar gibi türediler. Kimse de bu insanlara servetlerinin kaynağını sormadı, soramadı. Haliyle bu insanlar da nasıl zenginleştiklerinin hesabını vermek yerine, zenginliği görgüsüz bir şova dönüştürerek yeni bir sınıf yarattılar: Cüretkârlar sınıfı!
***
Bu yeni
Hamas’ın başlattığı “eyleme” karşılık, İsrail’in “savaş” ilan etmesi, her zaman olduğu gibi Batı ve Doğu medyasını ikiye böldü. Birinin gördüğünü diğeri, diğerinin gördüğünü de öteki yok sayıyor. Batı medyası, Filistin halkını topluca cezalandıran devlet terörünü “savunma” olarak yorumlarken, Doğu medyası da aşırı dinci radikal bir örgütün katliamını toprakları işgal altında bir ulusun eylemi olarak değerlendiriyor. Batı medyasının yıkımın büyüklüğünü önlemeye yönelik çabası yok. Doğu medyasının da gücü yok. Dolayısıyla burada sorulabilecek en kötü soru “Kim haklı?” olurdu. Ancak bütün hikâye bu soru üzerine kurulduğu için siyasette olduğu gibi dünya medyası da objektifliğini kaybetmiş görünüyor.
***
Örneğin bilinen kavramlarda dahi anlaşamıyorlar. Birinin “siviller” dediğine diğeri “teröristler” diyor. Biri “saldırı” diyorsa diğeri “savunma” diyor. İsrail medyası iki tarafı
ABD Başkanı Joe Biden, bir gazetecinin “İsrail savaş hukukuna göre mi hareket ediyor?” sorusunu, kendisi de bir hukukçu olmasına rağmen “Sizinle konuşmak güzeldi” diye yanıtladı. Bazı gazeteler, Biden’ın soruya yanıt vermekten kaçındığını yazdı. Oysa Biden’ın verdiği yanıt tam da “hukuk kimin umurunda” kıvamındaydı. Tarih boyunca savaş suçlarının ya da savaşın hukuksuzluğunun yapanların da yaptıranlarında yanına daima “kâr” kaldığını bildiği için belki de!
Bu yüzden asıl sorun, medyanın sorusunda. Bir terör örgütünün katliamını gerekçe göstererek sınırlarını genişletmeye çalışan terörize olmuş bir devletin ya da perde arkasındaki başka devletlerin asıl niyetini sorgulamadan, katliamla başlayan, soykırıma doğru yol alan bu insanlık trajedisinin “hukuka uygunluğunu” sorgulamak, aslında meseleyi hiç kavrayamamış olmak demektir.
***
Evet, uluslararası hukuk; savaşı planlama, hazırlık ya da kışkırtma gibi eylemleri ve bunlarla iş birliğini “barışa karşı işlenen suçlar” olarak kabul ediyor.