Etrafa çuvallarla para saçtı. Dolarları saçına bigudi yaptı. Servetini yaklaşık 6 milyonu aşkın takipçisinin gözüne soktu. Kendisini takdir eden milyonlara göz kırptı, görgüsüzlüğünü eleştiren takipçilerinin de suratına tükürdü… Sonunda Dilan Polat ve Engin Polat çifti, aile boyu kara para akladıkları ve vergi kaçırdıkları iddialarıyla gözaltına alındı. Kapitalizmin babası, iktisatçı ama aynı zamanda ahlak filozofu Adam Smith bu pervasızca sergilenen kirli hayatları görse, acaba yine “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” der miydi bilmiyorum. Ama şunu çok iyi biliyorum: Burada konu ‘Polat çifti’ değil. Onlardan o kadar çok var ki! Yıllardır gözümüzün önünde zehirli mantar gibi türediler. Kimse de bu insanlara servetlerinin kaynağını sormadı, soramadı. Haliyle bu insanlar da nasıl zenginleştiklerinin hesabını vermek yerine, zenginliği görgüsüz bir şova dönüştürerek yeni bir sınıf yarattılar: Cüretkârlar sınıfı!
***
Bu yeni ‘sınıf’, kaynağı belirsiz paralarla kendi iktidarlarını yarattı. Kanunların sadece zenginlere işlemediği bir dünyada, kanunsuz yollarla zenginleşmenin ne kadar kolay olduğunu fark ettiler. Belki her birinin hikâyesinden, dünyanın en büyük dolandırıcısı Bernie Madoff çıkmayabilir, ancak dünyanın parayla yönetildiğini çok hızlı kavradılar. Sosyal statü ve gücünü, eğitim, işveren konumu ve zenginliğinden alan gerçek burjuvaziye duydukları imrenme; onları eğitimli ve kaliteli yapmaya yetmedi. Ama kirli servetleriyle hayli özgüven kazandılar. Bu yüzden bir anda ellerinde tespih, altlarına milyarlık araçlar çekerek, hiç kabul görmedikleri seçkin semtlerde, restoranlarda, mağazalarda dolanıp durdular. Pahalı olanı kaliteli sandılar. Markalarla yeni bir kimlik edineceklerini düşündüler. Servetlerini kirli işlerden edinen bu yeni sınıfın, sürekli ahlaktan, insan olmaktan, dürüstlükten, imandan bahsetmeleri de hayli düşündürücü. Devleti ve milleti dolandırmayı meslekten saydıkları için belki de milyonlarca insanı, meşrulaştırdıkları bu hukuksuz yaşamlarının röntgencisi durumuna düşürdüler.
Devleti ve milleti dolandırmayı meslekten saydıkları için belki de milyonlarca insanı, meşrulaştırdıkları bu hukuksuz yaşamlarının röntgencisi durumuna düşürdüler.
***
Peki, kirli servetini milletin gözüne sokan bu insanları takip etmekle kalmayıp, sürekli beğeni gönderen milyonlarca insana ne demeli? Bu milyonların kaçı adaletten, haktan, hukuktan, emekten, onurlu yaşamdan bahseden siyasetçi, yazar, gazeteci ya da sanatçıyı okuyor ya da takip ediyordur? Hiçbirini! Çünkü dünya, kara parayla, uyuşturucuyla, dolandırıcılıkla, bahis oyunlarıyla, rüşvetlerle edinilen servetleri yazanları değil, o serveti teşhir edenleri iştahla izleyenlerin ve onları dokunulmaz kılanların dünyası artık.
Silah ve parayı kendilerine aksesuar yapanları, devletin polisi, yargısı yokmuş gibi, suç işleyip elini kolunu sallayarak ortalık yerde dolaşanları, fena halde yozlaşmış ilişkileri topluma empoze eden Türk dizileri de bu gruplar halinde gezen takım elbiseli çete kılıklı ‘yeni sınıfa’ ilham kaynağı oldu belli ki!
***
Fakat sadece bizde değil, dünyada da böyle. Bilginin, düşüncenin değersizleştirildiği, hatta cezalandırıldığı zamanlardan geçiyoruz. Dünya dolandırıcılık, yolsuzluk iddialarıyla suçlanan siyasetçiler, sermayesini uyuşturucudan sağlayan ‘iş’ insanları, halkı dolandırarak saadet zinciri kuran ‘din’ adamlarından geçilmiyor. Türkiye’de de çark aynı şekilde dönüyor. Ama bizdeki sorun; uzun zamandır seyircisi durumuna düşürüldüğümüz bu yeni sınıfa, “Değirmenin suyu nereden geliyor?” diye soramayışımızda. Ya da sonuna kadar gidemeyişimizde… Soru soranın, güç odaklarına bulaşanın nasıl cezalandırıldığını bildiğimiz için belki de… Çünkü çarkın nerede başladığını, nerelere uzandığını aslında hepimiz gayet iyi biliyoruz. Dolayısıyla gazetecilerin, Dilan Polat’ın deyimiyle 6 milyon ‘züğürt’ takipçisi olmadığı için, belki de toplumsal çürümenin başladığı en tepe noktaları yazamadığınızda, en alttaki küçük fırıldak halkaları yazmanız da pek bir işe yaramıyor.
Ama bilelim ki; emeğe, dürüst ve onurlu bir yaşama yabancılaşan bir halk, çok zor şartlar altında görev yapan ama ‘dinleyicisi’ olmadığı için, zamanla sorunlara tamamen kayıtsız kalan bir medyayla da karşı karşıya kalabilir. İşte o zaman hayat sadece biz gazeteciler için değil, hepimiz için zorlaşabilir. Çünkü dinleyicisi olmayanın söyleyecek sözü de kalmaz.
Her iki durumda da çivisi çıkmış bu dünyada Ursula K. Le Guin’in dediği gibi: “Kışlık paltonuzu giyer tahammül edilmez bir ruh halinde, tahammül edilmez bir dünyada dolaşmaya çıkarsınız.” Ya durur bakarsınız ya bakar geçersiniz. Size iyi seyirler!