1970... Dünya bir aşk hikayesiyle çalkalanıyor. Gözyaşı, duygu seli filmin iki kahramanı için akıp gidiyor. Filmin başrol oyuncuları Ali MacGraw ve Ryan O’Neal’ın ünleri bir anda doruğa ulaşıyor. Sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde ulaştığı 106.4 milyon dolarlık hasılat, filmin etkisini açıklamaya yetiyor. Amerikan yapımı “Love Story”, 1971 Kasım’ında da Türkiye’de gösterime başlıyor.
Benim daha hayatta bile olmadığım ama muhtemelen anne ve babamın aşkının en taze yılları!
İlk ne zaman izledim bilmiyorum ama defalarca seyrettim Love Story’i... “Vay be” de dedim seyrederken, gözyaşımı da tutamadım. Türkçesi “Aşk Hikayesi” olan filmin senaryosu, Erich Segal’a ait. Aranızda bilmeyen olduğunu sanmıyorum ama varsa eğer; konu kısaca şöyle:
Köklü ve zengin bir aileden gelen Oliver Barrett IV (Ryan O’Neal), aile geleneğini devam ettirerek kendisinden öncekiler gibi Harvard Üniversitesi’nde hukuk okumaktadır. Bir gün Radcliffe Koleji’nde müzik öğrencisi olan işçi sınıfından Jennifer Cavalleri’ye (Ali MacGraw) aşık olur. Çift evlenmeye karar verir, ancak Oliver’in babası Oliver Barrett III (Ray Milland) bu evliliğe onay vermez ve oğlunun harçlığını keser. Ayrıca onu mirasından da mahrum edeceğini söyler. Oliver’ın babasının maddi desteği olmadan Harvard’a devam etmesi çok zordur. Hayata sıfırdan başlamak zorunda kalan yeni evli çift Oliver’in okul masraflarını karşılamak için farklı işlerde çalışmaya başlar. Bu arada çocuk istedikleri halde gebe kalamayan Jennifer’in yapılan tetkikler sonucunda lösemi hastası olduğu anlaşılır. Filmin sonu oldukça acıklıdır...
Filmden hatırımda kalan öyle sahneler var ki... Ve bunlar, gerçek hayatta asla görebileceğime, pek de tanık olabileceğime inanmadığım sahneler. Filmi bugün seyredenler, bugünün gençleri pek de inandırıcı bulmuyor. “Tipik Türk filmi”, “Acıklı ve ütopik” diye adlandırıyor. Elbette filmi anlamak için o yıllarda yaşamış olmak, ya da o yılların aşkının ürünü olmak gerekiyor.
O zamanlarda zaten evren; sevgi, barış, aşk, dostluk çemberinin etrafında dönüyor. “Çiçek çocuklar” giysilerinde, üzerlerinde dünyanın tüm renklerini taşıyor. İşte “Love Story” tam bu sırada o günkü dünyaya ait bir film olarak ortalığı kasıp kavuruyor. Filmin tanıtım sloganı olan “Aşk asla pişmanlık duymamaktır” (Love means never having to say you’re sorry) cümlesi yıllarca romantizmin de bir sloganı olarak dillerden düşmüyor hatta... Filmde sadece iki kere telaffuz edilen bu cümle AFI’nin (Amerikan Film Enstitüsü) “100 Yılın 100 Film Sloganı” arasında 13’üncü sıraya kadar yükseliyor.
* * *
“Love Story” filminin 40’ıncı yılı kutlamasında yayınlanan televizyon programının olduğu akşam bunları düşündüm. Bir kız arkadaşımla Fransız Kültür Merkezi’nin bahçesinde, o romantik ortamda buluşmuştuk. Yan masadaki hazırlık dikkatimizi çekti. Masanın üzeri gül yapraklarıyla donatılıyor, şarap kadehlerinin üzerine tane gül yerleştiriliyordu. Bir süre sonra çift geldi. Belli ki erkek, genç kadına sürpriz hazırlamıştı. Genç kadın pek şaşırmadı. Tüm gece garsonlar özel servis yaparken de çok da havalarda uçtuğunu görmedik. Gecenin sonlarına doğru kırmızı kaplı pastayla garson masaya yaklaşırken ve Ayten Alpman, “Sen Benim Şarkılarımsın”ı söylerken de genç kadının yüzünde yine pek bir heyecan yoktu. Masa o kadar ruhsuzdu ki... Eminim restoranın çalışanları, servis yapanlar ve biz daha heyecanlıydık.
Gecenin sonunda çift yine aynı heyecansız, ruhsuz tavrıyla kalktı gitti masadan. Bizse öylece bakakaldık... Garsonlar masayı toplarken, güller, gül yaprakları çöpü boyladı, anlamsızca. Dalıp gittim aşk masasına.
Ne tuhaf?
40 yılda bu kadar mı değişti aşk?